Ne
çabukta geçip gidiyor günler? Doruğun,
bağ bahçe arasında yaptırdığı sabah sporu, mahalle arasındaki anlamlı koşu,
canlı yakalanan yılan ve yılan şiş; bölükte fenomen oldu.
Günlerce
konuşuldu.
Yeni
mahalle’de, mahalle sakinleri “ yaylalar yaylalar türküsü “ eşliğinde koşan,
tunç tenli, buğday benizli, kara yağız Mehmetçiklerin ayak seslerini, günlerce
çeşme başında, Kosta’nın kahvesinde işsiz, eli boş aylakların diline; günlerce meze oldu.
Halk
konuşa dursun!
Saat
hiç durmuyordu.
Tik
tak, tik tak seslerini duyan olsa da olmasa da zaman su gibi akıp gidiyordu.
Âdem, masa başında ya da eğitim alanında, gün geçirdiğini zannederken; günler
onların ömründen göz açıp kapayıncaya kadar sonbaharı çalmıştı.
Günler
geçer de aylar durur mu?
Bimen
Şen’in bestelediği “Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından” şarkısındaki gibi
Kasım ve Aralık ayları da geldiği gibi koşar adım uçtu gitti.
Havalar
iyice sertleşmiş, Karayel ve Poyraz yönünü şaşırmış, Ada’da yaşayan insanların ilik ve kemiklerine
doğru esiyor ve içine işliyordu.
Rüzgâr
şiddetini artırdıkça, Helena ve Doruk arasında filizlenen aşk tomurcuğu
kardelen çiçeğinin karın altında yeşerdiği gibi yeşerdi ve serpilmeye devam
etti.
Doruk
ne zaman eline su kovalarını alıp çeşmenin başına doğru yürüse; diline bir
pınar türküsü takılıyordu!
Başlıyordu
mırıldanmaya…
-“Pınarın başı güzel, Dibinin taşı güzel, Kurban olim o yâre,
Kirpiği kaşı güzel” ya da bir başka pınar türküsü:
”Yol üstünde bir gelin, Kemere
koymuş elin, Kızınan pazar olmaz, Seni severem gelin” sözleri diline düğümlenmişti.
Deyim yerindeyse ateş bacayı
sarmış, çeşme başındaki bakışmalar, göz kırpmalar, tebessümler, yerini kaçamak
buluşmalarla taçlanmıştı.
Buldukları her fırsatı, kaçamak
buluşmalarla el ele göz göze geçiriyorlardı. Daracık sokak arası ya da evin
arkasındaki zeytinlik, kaçamak buluşmanın gizemli adresiydi.
Buluşma adresi dar sokaklardaki
taş duvarların dili olsa dilini yutar, zeytin ağaçlarının gözü olsa, göz
kapaklarını elleriyle kapatırdı.
Her kaçamak yürekte ayrı bir heyecan, dudakta ayrı bir lezzet ya da tat bırakarak
bitiyordu.
Bazen güneşli havada bulutların
üstünde çıkıyor, ürkek güvercinler gibi kanat çırparken; gürleyen gök, çakan
şimşek arasında yağmur olarak yere düşüyorlardı.
Sonunun nereye varacağı, nasıl
biteceği bilinmeyen bu serüven kendi pınarında doğmuş kendi mecrasında
akıyordu.
Nereye kadar akacak?
Hangi deniz ya da göle
dökülecekti?
Bu soruyu, ne Helena ne de Doruk, kendi
kendine bile sormadı.
Cevapta aramadı…
Kendilerini nereye götüreceğini
bilmedikleri bir rüzgârın kollarına bırakmışlardı. Ve rüzgâr nereye kadar
taşırsa oraya kadar onun kanatlarında uçacaklardı.
…/…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder