Doruk askeri gazinoya doğru
yürürken, zihni karma karışıktı. Yeryüzünde yaşayan İnsanların hepsini, Allah
yaratmıştı. Geceyi gündüzü, Güneş’i i Ay’ı yaratan da O’ydu!
Gece gökyüzüne bakınca yıldızlar kum
tanesi gibi bir biriyle iç içe. İçinde yaşadığımız şu yalan dünya dediğimiz
gezegende de insan kum gibi. Hem de durmadan amip gibi çoğalıyor.
İnsan aynı coğrafya üzerinde
yaşıyor, ayrı dilde konuşuyor!
Ayrı dine inanıyor.
Kimi Musa'nın kimi İsa'nın kimi de
Muhammed’in arkasından yürüyor, düşüncesi içinde kayboldu gitti.
Gazino kapısından içeri girdiğinde,
okul arkadaşları ve meslektaşlarını görünce daldığı derin hülyadan uyandı.
Kendine geldi.
Arkadaşlarını gülümseyerek selamladı.
Gördüğü ilk boş masaya tek başına
oturdu. Cebinden paketi çıkarttı masanın üstüne koydu. Kendine bir çay söyledi,
çay gelirken bir sigara yaktı.
Sigarayı içmiyor sanki
yutuyordu. Sigarasını içerken akşama
kadar ne yapacağını, nasıl vakit geçireceğini planladı.
Kolundaki saate baktı öğle yemek
vaktine az kalmıştı. Kendi kendine
sessiz konuştu, yemeği yiyince Kale köy
limanına gider sahilde biraz yürür suyun Denizin sesini dinlerim dedi.
Fikir hoşuna gitmişti. Kendi kendine
konuştuğunu duymayan yan masadaki arkadaşları, Doruğun gülümsediğini görünce
takıldılar, hayrola ne şeytanlık düşünüyorsun yine?
Doruk!
Yemeğinizi yiyin size bir süprizim
olacak dedi. Süpriz kelimesi
dikkatlerini çekmeye yetmişti.
Yerlerinden kalktılar başlarına toplandılar söylemezsen, sana yemek yok
diye tutturdular.
Baktı, kurtuluş yok!
İlginizi çeker mi bilmiyorum diye
söze başladı. Adaya geldiğimiz günden beri, Tabur-İlçe arasına sıkıştık.
Kale Köy limanına bile gidip
gezmedik.
Diyorum ki şu şeytanın bacağını
kıralım.
Kaleköy sahiline inelim.
Ayakkabıları çıkartalım çıplak
ayaklarla kumların üstünde yürüyelim.
Hatta mayomuzu alalım su çok soğuk değilse biraz da yüzeriz dedi.
Sürpriz dediğinde bu mu diyen, gidip
sandalyesine oturdu. Kaleköy fikri taraftar bulmamıştı. Lakin doruk kararlıydı.
Tek başına da olsa gidecek, sahilde
ayağı yalın yürüyecekti. Konuşmalar hayaller derken, zaman geçmiş yemek vakti
gelmişti.
Oturduğu yerden kalktı. Self servis
kuyruğuna girdi, tabldotta ne varsa servis etti. Masasına oturdu yemeğini
iştahla yedi.
Yemekten sonra birkaç arkadaşının
omzuna ellerini koydu, ben gidiyorum gelmezseniz pişman olursunuz.
Akşam gelince ballandıra ballandıra anlatırım
diye ikna etmeye çalıştı ama boşunaydı. Yalnız kaldım diye kararını
değiştirmedi.
Zaten limana giden çok vasıta yoktu.
Durağa doğru yürüdü, Dağlı manavın önünde yolcu bekleyen dolmuş
taksiye son yolcu olarak bindi.
On dakika sonra liman daydı.
Limanda in cin top oynuyordu.
Sahilde kimse soktu ve şiddetli rüzgâr esiyordu. Kıyıya bağlanmış birkaç tekne
neredeyse halatını koparacak, rüzgârla birlikte dalgaların üstünde oynaşacaktı.
Yine kendi kendine sessiz konuştu
doruk!
İyi ki gelmişim.
Gelmeseydim kumlarla konuşan şu
dalgaları nasıl görecektim?
Ayakkabılarını, çorabını çıkarttı,
suyun yetişemeyeceği bir yere bıraktı,
çıplak ayakla dalgaların sesini dinleyerek, martıların çığlıklarına
kulak vererek sahil boyunca yürüdü.
Yürürken yine derinlere dalmıştı. Uçan
şu martılar, rüzgârla ne konuşuyor, dalgalar kumları döverken ne hissediyor
diye geçiriyordu aklından.
Elbette aklından geçirdiklerinin
cevabını asla öğrenemeyecekti. Çünkü; ne dalganın, ne rüzgârın ne de
Martının dilini biliyordu. Öğrenme şansıda yoktu.
…/…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder