24 Ocak 2020 Cuma

BEYİN JİMNASTİĞİ





Diyorum ki var mı okuması yazması olan beşer
Diyorsa varım çokça güveniyorsa kendine eğer
Baksın büyük yazarın romanına çözsün düğümü
Talebe olmaya hazırım şu kitap okumaya değer

Tabloya baksana renk nasıl uyumlu biri ötekiyle
Kupkuru dal onu bir el kaplanmış yeşil yosun ile
Sessiz akan Irmak içinde iki eşsiz mitolojik canlı
Havada uçan leylek otlar arasında iki beyaz sülün

Onca yıl çalıştı çivi yazısını okumak sökmek için
Bunca emek boş değil mi kil tablet okumak niçin
Hâlbuki öğrense doğayı okumayı çözse insanlık
Dört mevsim çim yeşil kır çiçekleri rengârenk kalır


Hayal Denizi
24.01.2020 Manisa


21 Ocak 2020 Salı

J.NIN NOT DEFTERİ 3. BÖLÜM/İLK TOPLANTI



Geçici görev, görevin sına ermesi ve bir haftalık Mükâfat izni derken; Doruk asli görevinden şakayla karış bir ay uzak kalmıştı. İzin biter bitmez, yeniden koltuğuna oturunca, ilk işi köy dosyalarını açmak oldu. Her köyün bir dosyası ve her dosyada infaz edilecek evraklar vardı.
Açtığı her dosyayı açtıkça, gözlerine inanamıyordu. Karakola bağlı 20 köy ve 1 mahallenin 21 dosyası; ağzına kadar doluydu.
Yardımcısı Ömer’le aynı odayı paylaşıyordu. Ömer'e bu evraklar niçin bu kadar birikti? Diye sordu.
Ömer’in Mazereti hazırdı.
Yalnızdım, yetişemedim diye geçiştirdi. Dosyaları önüne al ve içinde infaz edilecek evrakları köy köy yaz.
 Bende Muhtarları arayayım.
Bir toplantı yapalım.
En kısa zamanda dosyaları boşaltalım infaz edilmedik evrak kalmasın talimatı verdi.
O dönemde Jandarma köylerle haberleşmesini kendi kurduğu, telefon şebekesiyle sağlıyordu. Bölükte bir santral, başında santralci Jandarma eri ve köy muhtarının odasında manyetolu bir telefon…
Hat bakımı ve onarımı da Jandarmanın uhdesindeydi. Telefon direğine çıkmak, kopan hattı onarmak, muhabereyi sağlamakta onların asli göreviydi.
Doruk, sol yanında duran siyah renkli, antika görünümlü, manyetolu telefonun kolunu çevirdi. Santralci Askere, 20 köyü tek tek ara, ulaşabildiğin muhtarla beni görüştür diye emir verdi.
Çok geçmeden, telefon ardı arkasına çalmaya başladı. Ulaşılabilinen muhtarla bizzat kendi konuştu ve hafta içinde, bütün muhtarların katılımıyla toplantı yapacağını anlatarak, her muhtarı ayrı ayrı davet etti.
Perşembe günü ilçede Pazar kuruluyordu. Toplantıyı Perşembe gününe alma sebebi de muhtarların işlerini kolaylaştırmak için seçilmişti.
Her köy dosyasındaki evrak yazımı iki gün içinde tamamlandı. Perşembe sabahı, Doruk toplantıya hazırdı.
Muhtarlarla ne konuşacağını, nasıl hitap edeceğini çalışmıştı. Karakol nöbetçisine, gelen muhtarları doğrudan, dershaneye almasını tembihledi. Toplantıya katılım neredeyse %100 gibiydi bir iki muhtar gelememişti onlarda hafta sonuna kadar geleceklerini telefonla arayıp mazeret bildiri.
Toplantı Başlayınca, Önce çay ocağında çaylar geldi, sonra köy dosyaları ortaya konuldu ve hazırlanan liste çıktı masa üstüne.
Evrakın çoğunluğu orman kanuna muhalefetten, mahkeme celbi niteliğinde yazılmış müzekkereleri. Gıyabı tevkif ve yakalama müzekkereleri vardı. Ayrıca İhtiyat yoklamasını yaptırmayan mükelleflerin evrakı.
Önce Liste Muhtarlara dağıtıldı. Sonra listede ismi yazılı kişilerin en geç bir hafta içinde, karakola gönderilmesi gerektiği vurgulandı. Gelmeyenler için ise devriye tertip edileceği, evinde yakalanıp mevcutlu getirileceği, bir gece nezarette yatırılacağı münasip bir lisanla anlatıldı ve üstüne basa basa kimseyi nezarette tutmak istemem. Mecbur kalınmadıkça kimse nezarete düşmeyecek, suç işleyen bu tanımla dışında.
Muhtarlar da söz aldı onlar da daha önceki uygulamalardan ve karakola gelenlere sert davranıldığı için halkın, çekindiğini ifade ettiler.
Doruk bir kere daha altını çizerek, hiç kimse korkmadan karakola gelecek, hiç kimse itilip kakılamayacak.
Suç işleyenin cezasını Mahkeme verecek!
Elbette Jandarmayı dinlemeyen, çağrıldığı yere gelmeyeni de, Yasanın kendine verdiği yetkiyi kullanarak, Jandarma yakalayacak, görevini eksiksiz yerine getirecek. İyi niyetimiz suistimal edilirse, bundan iyi niyetimizi suistimal edenler zarar görür. Konuştuklarımız köy halkına anlatmalısınız diye toplantıyı bitirdi…
Yapılan toplantının meyvesini ilk hafta başında almaya başladı Doruk!
Pazartesi sabahı ana baba günüydü karakolun önü. Gelenleri C. Savcılığına, Askerlik şube başkanlığına, İlçe kaymakamlığına sevk etmek için Ömer’le birlikte canhıraş çalıştılar.
Keyfi yarinde yüzü gülüyordu…
                                                           .../...



19 Ocak 2020 Pazar

Değme Keyfine


       
    

Yedi kıt’a dört bir köşe şu yalan dünya
Mutlu olmak hakkı kurar çok renkli hülya

Islanmak ister sağanak yağan yağmurda
İliklerine kadar sırılsıklam tepeden tırnağa

Hele bir de çıplak ayak basmışsa çimlere
Yağmur damlası inerse saçlarından yüzüne

Değme sen işte o zaman faninin keyfine
Bil ki kanatsız uçuyordur mavi gökyüzüne

Düşsün renkli kır çiçekleri Hayal Denizine
Bir demet hazırla her renkten ver sevgiline

Kır çiçeğini görünce gözlerinin içi gülecek
Yağmura tutunacak  bulutlarda gezinecek

https://youtu.be/b3ERDHBJLEs

Hayal Denizi
19.01.2020 Manisa (NK)


17 Ocak 2020 Cuma

J.NIN NOT DEFTERİ 3. BÖLÜM

                                             

                                                            GEÇİCİ GÖREV


Yılların uzunmuş gibi görünen yolu, Nil nehri gibi, sesiz ve derinden ılgın ılgın akar görünse de; günler yüz metre koşan atlet kadar çok hızlı koşuyordu. Nasıl ki nehrin doğduğu bir kaynak ve ulaşmak istediği bir okyanus varsa, dönen dünyanın da, kendi içinde sakladığı sırı insanoğlu elbette bir gün çözecek.
Onun içindir ki şair “Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından, Bir tel saç onun kaldı bütün hatırasından” demiş ve bu güzel şarkı yıllardır hem gönüllerde, hem de hep dilinde…
Doruk Kıbrısçığa geleli daha kaç gün oldu ki?
Tam da koltuğuna yeni yeni ısınmış, işleri rayına oturtmuştu ki, J. Komutanlığından gelen bir emir her şeyi alt üst etmeye yetti.
Niçin mi?
Basın, uzun bir zamandan beri, Bolu cezaevinden firar eden Hasan Duman adında ki bir hükümlüyü; allayıp pullayıp, Bolu canavarı diye manşetine aldı ve aylarca susmadı.
 Çapraz fişeklikli, eli Mavzerli, kaytan bıyıklı hükümlü,  Köroğlu geri döndü gibi yakıştırmalarla, manşetten inmedi.
Bolu Jandarması için, bu manşet hiç hoş değildi görev zafiyeti bile denebilirdi.
Buna bir çözüm bulmak için, Nevşehir Komando taburundan, bir tim istenmiş, gelecek timle birlikte; Doruk’ta Bu firarinin takibine için geçici görevle İl merkez J. Bl. Komutanlığında görevlendirilmişti.
Askerlikte, “emir demiri keser “ çok sık kullanılan bir deyimdir. Doruk için yapacak bir şey yoktu!  Emir demiri kesmişti bile.
Geçici görev emir kendine tebliğ edilince,  küçük bir valiz hazırladı, ertesi gün, Hamdi’nin 5 kişilik mavi Jeepiyle Bolu’nun yolunu tuttu.
Öğleye vakti, Bolu İl Merkez J. Bölük Komutanlığına intikal etti. Önce bölük ve karakolda görevli rütbeli personelle tanıştı.
Bölük Komutanı,  Üsteğmen Çizmeli, Merkez Karakol Komutanı Astsubay Salar, Doruğa Hasan Duman’la ilgili bilmesi gereken kısa, özet bilgi aktardı.
Tanıştığı rütbeli personel arasında Doruk’tan daha deneyimsiz, daha çömez biri yoktu.
Kendi kendine,  erken pişeceksin çocuk, kurda kuşa yem olma dikkatli ol cümleleri dökülüverdi dudaklarından.
Sonra,  elindeki valizi, bölük girişinde çift ranzalı Nöbetçi Subaylığı odasına bıraktı. Karakol Komutanı Salar’ın odasına takıldı…
 Onunla işten fırsat buldukça, sohbet ettiler.
Cezaevi firarisini konuştular, basın, büyütmüş Duman’ı. J.Genel Komutanlığı bu kaçağın yakalanmasını ve basının gündeminden düşmesini istiyormuş.
Sırf bu yüzden, komando timi görevlendirilmiş.
Nevşehir Komando Tabur Komutanlığından görevlendirilen Jandarma timi de, akşama kalmaz, intikal edermiş. Saların akşama kalmaz dediği Tim, Kaiser pickupla mesai bitmeden, nizamiye kapısından içeri girdi. Tanışma sırası şimdi onlardaydı.
Gazetelerin, Bolu Dağlarının korkusuz adamı diye manşet attığı, Hasan Duman’ı takip etmek, nasıl bir duygu? Yaşanarak görülecekti.
O akşam istirahat edildi. Ertesi sabah, Mesai başlamadan, motorize olarak hem bölgeyi tanıma hem de firariye teslim olma fırsatı yaratmak için, köy köy baskın yapıldı ve komandonun bölgede varlığı hissettirildi.
Tim bir hafta için görevlendirilmişti. 1 Hafta boyunca gece gündüz demeden, harekât devam etti. Yeri geldiğinde, arazide konaklıyorlardı.
Bir hafta da çabucak geçiverdi. Tim aldığı emir gereği, birliğine geri döndü. Doruk İl Merkez J.Komutanlığında istirahate çekilmişti ki, gece vakti (?)bir geldi.
Hasan Duman bu gece sabaha karşı köye gelecek diye ihbarda bulundu. Palan pandıras hazırlandılar. 4 kişilik bir tim oluşmuştu. Belli bir bölgeye kadar arabayla gidildi, sonra yaya olarak ihbarcının evine gece yarısı intikal edildi.
Ramazan ayı içindeydi, bir gece-iki gece/ üç gece; ha geldi ha gelecek diye, firarinin gelişi hep aynı  evde pusuda kalındı.
Ne gelen var ne giden. 3. Günün sabahı tan yeri ağarmadan pusu kaldırıldı, kimseye görünmeden köyden çıkıldı.
Birliğe ger dönüldü. Bu arada, C. Savcılığı, Kayseri’ye Mahkûm sevki için bir müzekkere göndermiş. Bu görevi Doruğa önerdiler. Hiç beklenmedik bir fırsattı. Kendisi için başlı başına bir deneyim olacaktı, görevin üstüne balıklama atladı.
Sevk evrakları, harcırah, otobüs bileti temini falan derken, gün çabucak bitmişti. Ertesi sabah Cezaevinden Mahkûmları teslim aldı, terminalden otobüse ve ver elini Kayseri. Yolculuk başlamıştı.
Sevk yolculuğu bayağı keyifli geçti.. Yorucu olmasına rağmen, sağ salim, vukuatsız mahkûmları aynı gün, yerine teslim etmenin tadını çıkarttı.
 Bir gece Kayseri Jandarmasına misafir oldular.  Ertesi gün geri dönüş ve Bolu’ya intikal. Heyecanlı bir macera filmi izler gibiydi yaşananlar.
Sevk dönüşü, yorulmuş erken yatmıştı Doruk! Gece yine daha önce gelen muhbir gelmiş, ihbarda bulunmuş ve gece İl Merkez Bölük K.lığı rütbelileri Duman’ı yakalamak için göreve gitmişti. Doruk, sabah olanları öğrenince, kendi kendine kızdı ve doğrudan Alay Komutanına çıkıp, beni buraya Takip için görevlendirdiniz, bu gece takibe gitmişler ve beni götürmediler. İzin verin, ben birliğime döneyim dedi.  Alay komutanı, sen yoldan geldin diye almadılar. İstersen bugün birliğine git yarın geri dön dedi. Doruk hiç düşünmedi, bir gün bir gündü Kıbrısçığa gitti.
Ertesi gün sabah erkenden Bolu’ya döndü, Kıbrısçık durağından, ana caddeye çıktığında, Takibe giden, Jandarma timinin arabası sözleşmişler gibi önünden geçti. Sokakta insanlar jandarma Bolu Canavarı Hasan Dumanı, vurmuş diye konuşuyordu.
Hızlı adımlarla, İl Merkez J. Bl. Komutanlığına gitti. İçeri girdiğinde herkesin keyfi yerindeydi.  Alay komutanı, Bölük Komutanı, Karakol Komutanı hepsi bir aradaydı ve operasyonu konuşuyorlardı. Doruk bir süre olup biteni izledi, sonra takip bittiğine göre ben birliğime döneyim önerisi getirdi. Alay Komutanın keyfi yerindeydi, bir hafta izinlisin, sonra birliğine dönersin, izin kâğıdını personel şubeden alırsın deyiverdi. Böylece geçici görev mükâfat izniyle sona ermişti. Daha önce, Bolu Canavarı/ İkinci Köroğlu diye yere göğe sığdıramayan yazılı basın; ertesi gün: Su Testisi Su Yolunda Kırıldı, ”BOLU CANAVARI’NI” Jandarma öldürdü diye manşetten verdi.


                                                                                      …/…



10 Ocak 2020 Cuma

MİLLETİN EFENDİSİ HALİL AĞA


Birkaç gün önce, evimin kütüphanesinde gezinirken, parmaklarımın ucuna, Kahraman Yusufoğlu’nun kaleme aldığı; Sofra Sırları İsimli; ATATÜRK’TEN HATIRALAR-1 kitabı takıldı.
Daha önce okumuş olmama rağmen, içimden bir ses, al yeniden göz at diye fısıldıyordu. Kıramadım iç sesimi ve Ata’nın sofra sırlarını yeniden okumaya başladım.
Daha önce, Atatürk’ün eşi  Latife Hanım’ı okuduğumda da, sofrada ne olup bittiğini, niçin Sabahlara kadar devam ettiğini okumuş, Cumhuriyetin kolay kurulmadığına, tanıklık etmiştim.
Sofra sırlarını gözden geçirirken, bir kere daha gördüm ki, cumhuriyetin kuruluş yıllarında; bir çok insanımızın, hiç duymadığı, işitmediği kıssadan hisse alınacak canlı hikayeler yaşanmış.
İşte bugün Atatürk’le Halil Ağa arasında, yaşanan bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum. Üşenmez hikayeyi okursanız, Atatürk’ün “Köyü Milletin Efendisi” sözünün temeline şahitlik edecek, Mustafa Kemal Atatürk’ün Liderliği önünde bir kere daha şapka çıkartıp; hayranlığınızı tazeleyeceksiniz.
Hadi, sözü daha çok uzatmadan kısa keselim, söz aydın havası olurken biz birlikte Atatürk ile Halil Ağa hikâyesine bir göz atalım.
“Atatürk köşkten sıkılır ve Nuri Conker’ e Gel yardım et bana Nuri… Kaçalım köşkten… Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı. Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım… Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü ‘ nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten kaçtılar.
Altlarında, Nuri Conker’ in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu akşamı sonbaharın tadını çıkararak, Çekmece’ ye doğru gidiyorlardı.
Birden Atatürk'ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Sapanının sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu.
Atatürk şoföre durmasını söyledi.
Köylüye seslendi:
"Kolay gelsin Ağa!"
"İşler nasıl? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?"
Köylü isteksiz konuştu:
"Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi!"
"Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."
"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin..."
Köylü güldü:
"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
"Kaymakam’a gitseydin."
Köylü iyice güldü.
"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim!" dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü.
"E peki, İstanbul şuracıkta, geleydin Vali’ye anlataydın derdini... O’nun işi bu değil mi?"
Köylü Atatürk'ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz.
Kestirip attı:
"Bırak şu sağarı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"
Atatürk sordu:
"Adın ne senin Ağa?"
"Halil... Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler..."
"Demek varlıklısın, Ağa dediklerine göre!"
"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız Ağa'ya çıkmış."
"Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun. Hadi Kaymakam şöyle, Vali öyle diyelim, e peki bir başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"
"Bilmez olur muyum, beyim?"
"Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü'ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."
"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya... Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa'mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez beni..."
Nuri Conker, lafa karışmak istedi, Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!"
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
"Sen ne diyorsun bey?" dedi.
"Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek... Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek!"
"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!"
Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba'ya borçtur. Ödenmesi gerek... Otomobil hareket etti. Atatürk'ün canı sıkılmıştı.
"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!" dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.
"Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hâlâ da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!"
Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
"Şimdi" dedi: "İstanbul'da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın!
Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver."
Yaver odadan çıktı. Atatürk, Nuri Conker'e döndü:
"Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa'ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."
O akşam Atatürk'ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar, milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş konuk vardı.
Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek" dedi.
Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk'ün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk "Buyursun!" dedi.
Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konukları da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu, "Hoş geldin Halil Ağa" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
"İşte beklediğimiz, Efendimiz" dedi.
Halil Ağa'ya döndü:
"Bak beri, Halil Ağa" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
'Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
Soru - cevap Vali’ye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin Vali’ye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?"
Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa'nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki..."
"Olmadı bu, Halil Ağa... Bana dediğin gibi, dosdoğru..."
"Böyle demedik mi beyim?"
"Ya, ben mi yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri'ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?"
Nuri Conker karşılık verdi. "Hayır Paşam!"
"Gördün mü? Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, Vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle."
Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
"Köylük yerinde bizim dilimiz sağar demeye alışmıştır, paşam" dedi. "Kusura kalma gayri..."
Atatürk gülmeye başladı:
"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa... Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız... Söyle bana, orada dediğin gibi..."
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
"Şaşırmışım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağarı' diye bir laf kaçırmışım..."
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"
Halil Ağa İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün..."
Atatürk Halil Ağa'yı durdurdu.
"Bırak şimdi övgüleri" dedi.
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
Atatürk'ün sesi iyice sertleşti:
"Beni uğraştırma, Halil Ağa" dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!"
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
"Şanlı Paşamıza da sağar dedikti ya..."
"Yalnız sağar değil, 'sağarın sağarı' değil miydi?"
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
"Öyle dedikti paşam, doğrusun!" diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
"Son soruyu sorayım şimdi" dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."
"Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?"
"Hiç bırakır mı Aslan Paşam benim! Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler."
"Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla." Halil Ağa birden diklendi!
Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk'ün gözlerinin içlerine bakarak konuştu.
"İşte bunu demem Paşam" dedi. "Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!"
Atatürk gülmeye başladı:
"Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor." dedi. "Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için, Peygamber gücü gerek demiştin, yanılmıyorsam. 'Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek' demiştin." Halil Ağa'nın gözlerinden yaşlar inmeye başladı. Taş kesilmiş, duruyordu. Atatürk konuşmasını içtenlikle sürdürdü:
"'Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri' demeye getirdin!
"Şimdi bak beni dinle, Halil Ağa... Seni şu kadar üzmemin sebebi, şunu anlatmak içindi: Şu gördüğün altı bay hükümet... Yani, biri Başbakan, ötekiler de Bakan! Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler.
Bir kanun gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre'den mi olur, İtalya'dan mı olur, Fransa'dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar, Türkçe‘ye çevirtirler, sonra basıp imzayı gönderirler Büyük Millet Meclisi'ne...
Bu Millet Meclisi dediğim, şu altı baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun bunlara gelir. Bunlar da 'hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok' derler ve kaldırırlar parmaklarını, olur sana bir kanun!
Ama sonra bir vergi memuru gelir, vergi borcundan Halil Ağa'nın öküzünü çeker, satar... Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış, kimin umurunda...
Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım! E, hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa... Sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle konuşmak için içmez misin?
Ama sonra da Halil Ağa tutar, sana 'sarhoş' der..."
Halil Ağa'nın dili çözülmüştü:
"Öyle diyen yok haşa! Dinden çıkmak gibidir... Buldun mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer..."
Atatürk sordu:
"Peki sen de içer misin?"
"Hiç bulunur da içilmez olur mu, Paşam? İçeriz ki, tıpkı şerbet gibi!"
Atatürk hizmet edenlere işaret etti, kadehleri doldurttu. Kendi kadehini Halil Ağa'ya uzattı:
"Hadi bakalım Halil Ağa" dedi. "Sağlığına içelim."
"Bayrağımız gibi sen de başımızdan eksik olma inşallah! Sana her kim düşman ise, onun yeri senin ayağının altı olsun! Gayri bana izin, koca Paşam!"
"Yemek yemedin!"
"Yemek kolay... Meraklanır çocuklar, ben köyüme döneyim."
Atatürk Nuri Conker'e işaret etti.
Conker kalkıp Halil Ağa'nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk'ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi. Kapı kapandığı zaman Atatürk sofradaki öteki konuklarına döndü:
"Efendimizin halini gördünüz mü beyler?" dedi. "Devlet size böyle davransa, siz ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet bu... Şimdi bu adam milletin karşısında 'adam olmak,' bize düşüyor!"
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Kimse gözlerini Atatürk'ten ayıramıyordu:
"Halil Ağa'nın öküzünü satıp, üretimini aksatan kanunu ya biz yaptık ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak Halil Ağa'nın öküzünü satıyor. İkisi de bence birbirinden farksız... Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, nasıl yapmışız bunu?
Eğer yaptığımız kanun doğru da, yorumlaması yanlış oluyorsa, o zaman sormak lazım. Hükümet nasıl bir yönetim içindedir?
Sonra unutmayın ki, olay İstanbul'da geçiyor. Bunun Van'ı var, Bitlis'i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor?
Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!"
Bu hikâyeyi okuyan, hanımefendiler, beyefendiler, genç kızlar, delikanlılar ya da yetişkinler; lütfen baş tarafa dönelim bir kere daha okuyalım. Okuyalım ki devlet adamı nasıl olurmuş, ya da olması gerekirmiş; beynimizin bir köşesine yazalım.
Sonra bu gün Mustafa Kemal Atatürk’ü niçin unutturmak istiyorlar, Atatürk’e neden kin besliyorlar, bu hikayenin gölgesinde o nefreti değerlendirelim.
Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün temelini attığı Türkiye Cumhuriyetinin temeli niçin bu kadar sağlam, iç ve dış düşmanların el birliğiyle yıkmak istemesine rağmen; dimdik ayakta kalışına ve duruşuna hayret etmek yerine, sebebini görelim.
Okuduğunuz yaşanmış gerçek bir hikâye! Bu hikâyenin anlattıkları ise günümüzle mukayese edilip, ders alınması ve kıssadan hisse çıkartılması gereken yakın tarih.
Türkiye’nin, içinde bulunduğu sarmaldan çıkmasının bir tek yolu var! Türkiye Cumhuriyeti kuruluş ayarlarına acilen geri dönmeli...
Dönmezse bilelim ki asla beka sorunumuz son bulmayacak. Asla emperyalistlerin oynadığı ayrıştırma tiyatrosu sahneden hiç inmeyecek. Ve Tiyatronun baş rolünde oynayanlar “yerli ve milli” söylemleriyle temelin altını kazma ve oyma eylemi kahramanlık kisvesi altında oynanmaya devam edilecek.

9 Ocak 2020 Perşembe

J.NIN NOT DEFTERİ 3. BÖLÜM

TAŞLAR YERİNE YAVAŞ YAVAŞ OTURUYOR

İlk hafta Doruk için göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçti! Deyim yerindeyse, taşlar yavaş yavaş yerine otururken sularda kendi mecrasında akmayı sürdürüyordu.
Okulda öğrettikleri, nazari bilgileri,  hızla fiiliyata geçirmenin gayreti içindeydi. Gelen giden evrak, hizmet dağıtım, daktilo yazma çalışmaları vs mesai saatinin tamamını doldururken; nefes almaya nasıl vakit bulduğuna kendi bile şaşıyordu.
Buna rağmen hiç şikâyetçi olmadı. İşine dört elle sarıldı. Mektepte öğretilenleri, bire bir uygularsa; ileride rahat edeceğinin bilincindeydi.
Her sabah, adli ve mülki görevlerden doğan evrak infazı için gelen giden vatandaşın haddi hesabı yoktu. İhzarlı, müzekkere ile çağrılanlar, askerlik şubesinde işi ya da ilişkisi olanlar aklınıza ne gelirse, sabah erkenden karakola damlıyordu.
Gelenlerin evrakını bulmak, üst yazı yazmak ve zimmete alıp bölük idari işlere teslim etmek göründüğü ve yazıldığı kadar kolay değildi.
Doruk karakola gelen her insana, kendi yakını gelmiş gibi davranmayı; prensip edinmişti. Zira Babası ona okulu bitirdiği gün, “oğlum biz jandarmadan çok çektik. Sen karakola gelenleri bizim yerimize koy ve asla onlara kötü söz söyleyip sert davranma” demişti.
Basbaının bu nasihati, hiç aklından çıkmadı ve meslek hayatı boyunca çıkmayacak şekilde bilinçaltının en kalıcı yerine not düşülmüştü.
İkinci hafta başında, vaziyet daha da iyi görünüyordu. Hem mevzuata hâkimiyeti, hem de halkla diyalogu gözle görülür şekilde ivme kazanmıştı.
Bir tek sıkıntı vardı.
Kendini, İlçenin ileri geleni zanneden, karakola ve diğer resmi dairelerde, halkın işlerini takip etmeyi iş edinen, bazı kendini bilmezler vardı.
Bunların ayakları karakoldan kesilmeli, Atatürk’ün aziz diye tanımladığı ve köylü milletin efendisi dediği köylü kendi işini kendi görmeli, önünde kimse olmadan, korkusuzca karakola girip çıkabilmeliydi.
Bu düşünce aklına geldiği anda ilk olarak, karakola gelenleri, bekletmeden odaya almayı, ayakta bekletmek yerine; oturtup çay ikram etmeyi alışkanlık haline getirmeliydi.
Hal hatır sormalı, kendinin de köylü çocuğu olduğunu anlatmalı; bir dertleri olduğu zaman çekinmeden gelebileceklerini duyurmalıydı.
Düşüncesini kendi de sevdi Doruk! İlk karakola gelenlerde uygulamaya geçti. Yardımcısı Ömer, olup bitene bir anlam verememişti.
Adam çıkar çıkmaz, komutanım siz ne yapıyorsunuz? Diye sordu.  Gülümseyerek ne yapıyorum Ömer diye soruya soruyla karşılık verdi.
Siz böyle davranırsanız, millet sizin başınıza çıkar, görev yapamazsınız gibi laflar geveledi.  Çıkmaz Ömer çıkmaz! Bizim milletimiz kimsenin başına çıkmaz hatta kendi başına taç yapar. Bundan sonra her kim bu karakola gelirse ona insan muamelesi edilecek, itilip kalkılmayacak dedi. Ömer bıyık altından gülüyordu, yakında benim sözüme gelirsin der gibi baktı Doruğa…
Bunlar olup biterken, göz açıp kapayıncaya kadar bir hafta daha geride kalmıştı. Pazartesi sabahı, daha kargalar yuvasından uçmadan;, Vali ve İl Jandarma Komutanını taşlatan, kelli felli zatı, Gümüştekin bir gurup insanın önüne düşmüş karakola geldi.
Doruk Vaziyeti pencereden gördü ve gardını aldı. Bir daha hiç kimse, kimsenin önüne düşüp gelmeyecek, gelemeyecekti.
Kapıya çıktı, merdivenin başına dikildi! Gümüştekin merdivenlerden çıktı, komutan sana ihzarlıları getirdim diye sırıttı.
Doruk, teşekkür ederim, sana zahmet olmuş dedi ve bir daha kimsenin önüne düşüp, karakola getirme.
Karakolu herkes biliyor.
Biz millete hizmet etmek için buradayız. Araya girmenize tavassutta bulunmanıza ihtiyaç yok. Bundan sonra da hiç olmayacak diyerek kesip attı.
Gümüş tekin pancar gibi kızarmıştı.
Ne diyeceğini şaşırdı.
Konuşmaları getirdiği köylüler de duymuştu. Peki öyle olsun komutan, bir aslan yanında bir tilki bulundurmalıdır gibi abuk sabuk bir şeyler geveledi.
Doruk biz ne aslanız ne de tilkiye ihtiyacımız var.
Burası devlet kapısı herkese sonuna kadar açık! İsteyen buraya tek başına aracısız gelir ve işini halleder. Edecekte deyip kestirdi attı.
Bu çıkışın sonrasında olanlar, meydana yansıyanlar bir başka yazının çatısını oluşturacak ve Kıbrısçık Doruk’la renkli hatta sinemaskop koca üç yıl geçirecek.
Hatta karakol bahçesinde, arkadaşlarıyla tavla oynarken görecek, şehir lokalinde briç oynayarak, ilçe ekabirleriyle kaynaşmaları yansıyacak satır aralarına.

                                                                              …/…



5 Ocak 2020 Pazar

J.NIN NOT DEFTERİ 3. BÖLÜM / İLK SPOR



Doruk, ilk gecesini yol yorgunluğunun da etkisiyle, deliksiz ve derin bir uykuyla geçirdi. Sabah uyandığında, ortalıkta çıt yoktu. Hâlbuki askerlerin kalkmışı, mıntıka temizliğini yapılmış ve sabah sporuna hazırlanmış olması gerekirdi.
İçinden bu düzenli işlerin yapılmış olmasını dileyerek kalktı, gördükleri hayal kırıklığıydı. Asker hala uyuyordu. Sadece nöbetçi vardı dışarıda..
İlk günden, gemileri yakmamak için,  çok sert davranmamalıyım diye kendi kendini yatıştırdı ve nöbetçiye emir verdi.
Askerleri kaldır!
Eyüp Onbaşıya söyle, 20 dakika içinde mıntıka temizliği bitsin ve sabah sporu için, Bölük binası arkasında içtima etsinler.
Hazır olunca bana haber versin! Nöbetçi koşarak koğuşa giderken, Doruk etrafı bir kamera titizliğiyle inceliyordu.
Bölük binasının cephesine göre sol yanında ahşap iki katlı bir ev, Sağ yanında şehir kulübü vardı.
Bahçe çitle çevrili, zemin topraktı. Önünden geçen cadde, staplize kaplama ve karşında, Orman İşletme Müdürlüğü binası vardı.
İşletme Müdürlüğü binası çok bakımlı, Bahçe duvarı taştan örülmüş, görkemli ve de yatırımcı bir Bakanlık binasıyım diye avaz avaz bağırıyordu.
Doruk, çevresini incelerken, Bölük uyanmış, Eyüp onbaşı’da erlerin hazır olduğunu haber vermişti. Üstünde eşofmanlarıyla gitti,  kısa bir konuşmayla,  bu gün yaşananların bir daha yaşanması gerektiğini anlattı ve   askerlik demek disiplin demek diye noktayı koydu..
Disiplinli olmak için önce kurallara uyulmalıydı. Yat saatinde yatılmalı, kalkılması gereken saatte de kalkılmalı, mesai saati başladığında, her şey yerli yerinde olmalıydı.
Bundan sonra, kendi nezaretinde sabah sporu yapılacak, vakit bulunduğunda da eğitime çıkılacaktı. Hizmetin aksamadan yürümesi, adli mülki, askeri hizmetlerin aksaması: disiplinli olunmakla eş değer ya da doğru orantılı.
Bu kısa konuşmadan sonra, üst kısımlarını çıkartmalarını ve düzgünce önlerine koymalarını istedi. Kendide başlarında olmak üzere, boş arazide spora başladılar.
Daha birkaç tur atmadan, dökülüverdi erler. Anlaşılan oydu ki hiç spora çıkılmamış, sğitim ve spor eğitim birliğinde kalmış. 
Koşmayı durdurdu!
Yeniden konuşmaya başladı. Arkadaşlar, siz jandarmasınız, Bize milletimizin emniyet ve asayişini sağlama görevi verilmiş. Üstelikte Türkiye Cumhuriyetine yürürlükte olan bütün yasaların uygulanması sorumluluğu var omuzlarımızda.
Siz bunların belli ki farkında değilsiniz. Bu görevin aksamadan yürütülmesi için, önce sizin sağlıklı, dayanıklı, ve güçlü olmanız gerekir.
Kaçanı koşarak yakalayacak, tutuğunuzu tek başınıza etkisiz hale getirecek fiziki güce sahip olmak zorundasınız.
Yoksa dün yaşadığınız gibi bir sarhoşu, ¾ kişi içeri alamaz, ortalığı velveleye verirsiniz.
Bu konuşmam ilk ve son konuşmam olacak. Her sabah vaktinde kalkılacak, Mıntıka vaktinde temizlenecek, yatak nizami yapılacak, koğuşa kapıdan giren, koğuşun askeri bir koğuş olduğunu fark edecek.
Biliyorsunuz, bende nöbetçi subay odasında kalacağım. Gelip benim yattığım yatağın yapılışına, düzgünlüğüne bakabilirsiniz. Ben her sabah koğuşa girdiğimde, kimin yatağı düzgün yapılmamışsa ona 5 tur koşu cezası veririm diye de uyardı Doruk.
Erlerin yüzü düşmüştü! Bu da nereden geldi dedikleri yüzlerinden okunuyordu. Okunsun dedi Doruk kendi kendine.
Başarının yolu disiplinden geçiyorsa mutlaka, disiplin sağlanmalı, daha önceki başıbozukluk, ortadan kalkmalıydı.
Sabah sporunu bu konuşmayla sonlandırdı. Eyüp Onbaşıya, bu günden itibaren, kendisini de tabldota kayıt edileceğini anlattıktan sonra; kahvaltımı odamda isterim. Aşçıya talimatımı hatırlat deyip, ayrıldı. İlk günün ilk bölümü böyle sone erdi.
Biraz sonra, ana baba günü başlayacak, köyden kentten gelenler, kapıyı çalacak, zaman daha hızlı akacak trafik hızlanacaktı.

                                                                                     .../...


3 Ocak 2020 Cuma

J.NIN NOT DEFTERİ 3. BÖLÜM


                                                                           TANIŞMA

İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı, bahçe kapısından girerken, karakol nöbetçisi durdurdu. Kimi aradınız, diye sordu.
Doruk,
-kimseyi aramadım!
-göreve başlamaya geldim.
Karakolun yeni komutanıyım deyince, nöbetçi önce kendine çeki düzen verdi, sonra elindeki valizi almak izin uzandı.
Doruk gülümsedi,  vermedi valizi.
Ve o gün prensip edindi, kendi özel işini asla askere yaptırmayacaktı.  Sonra “Kurt’a sormuşlar boynun niye kalındiye, kurt kendi işimi kendim yaptığım için demiş”  atasözü döküldü dudaklarından.
 Sen nöbetini tut ben çıkarım yukarı dedi ve iki katlı binanın ahşap merdiveninden heyecanla basamakları tek tek çıktı. 
Girişe göre, sağ taraftaki ilk oda kapısı üstünde; Merkez J. Karakolu Komutanı, Sol tarafta ise,  İlçe J. Bölük. Komutanı yazıyordu.
Her iki kapı da kapalıydı.
Kapıya vurup içeri girdi. İçeride bir Uzman J. Çvş, daktilonun başında bir şeyler yazıyordu. Kapının açıldığını görünce, başını kaldırıp baktı, buyurun bir şey mi istediniz dedi.
 Doruk kısaca kendini tanıttı. Uzman, ayağa kalktı, ben yardımcınız Ömer diye kendini tanıttı; komutanım hoş geldin diye, oturduğu yeri gösterdi, kendi daktilosunu alıp yardımcı masasına geçti. 
Birkaç dakikalık, tanışma seremonisinden sonra, İlçe J. Bl. Komutanıyla tanışmaya gelmişti sıra.
Ömer gitti, Doruğun geldiğini haber verdi.
Bölük Komutanı getir tanışalım demiş.
İki kapı karşılıklıydı, Ömer, içeriden gel işareti edince Doruk kalkıp gitti. Üzerinde üniforması yoktu, başıyla selam verip, kendini tanıttı.
Katlı, ( Bl. K.’nın soyadı)hoş geldin dedikten sonra, yer gösterdi.  Ömer’e bize iki çay getirsinler dedi ve ilk geldiğinde şahit olduğu olayı özetledi.
Kıbrısçık, küçük bir ilçe olmasına rağmen, zor bir yermiş. Biraz önce nezarete alınan kişinin adı Hacı imiş.
Kahve işletir, kumar oynatırmış.
Hiç ayık gezmez, alkol alır huzuru bozarmış.
Üstelikte ne zaman jandarma müdahale etse, mukavemet gösterir, olay çıkartırmış Vs vs.
Çaylar geldi,  içildi. Katlı, sana Önce bölüğü gezdireyim, sonra erlerle tanıştırayım deyip,  postasına, Ömer’e söyle erleri yemek hanede toplasın diye emir verdi.
Kalktı, önce kendi odasını göstererek, bura İlçe Jandarma Bölük komutanı odası, kendi odanı zaten gördün dedi,
Az ileride Erat koğuşu vardı, önce ora girdiler, altlı üstlü ranzalar ve hiçte göze hoş görünmeyen düzensiz yataklar.
Koğuşun karşısında, Bölük idari işler odası ya da bölük kalemi vardı. Hemen yanında, üzerinde nöbetçi subaylığı yazan bir küçük bir oda, için de ranza ve yatak. Sen bekârsın burada kalırsın ev tutmana gerek yok dedi.
Üst katın hepsi bu kadardı.
Merdivenden indiler, alt kata girdiler, girişe göre sağ tarafta dershane,  karşısında yemekhane, az ileride; tuvalet /banyo, bir de nezaret hane.
Nezarette, Hacı vardı ve kendi kendine söylenip duruyordu. Yemekhane girip erlerle tanıştılar. 1 Onbaşı 25 Jeri idi İlçe J. Bölük Komutanlığının mevcudu.
Sonra tekrar yukarı çıktılar, İlçe J. Bölük Komutanı, eline bir kâğıt aldı, Doruğun katılma mesajını yazdı ve yazıcıya, bunu daktilo et, mesaj olar çek talimatı verdikten sonra, görevin hayırlı olsun diye bitirdi tanışma seremonisini. 
Doruk kalktı, ayrılmak için müsaade istedi, kendi odasına geçti. Zaten mesai saati de biteli bir hayli olmuştu. Herkes evine gitti. Doruk Valizini Nöbetçi Subayı odasına koydu ve üzerindeki elbisesiyle yatağın üstüne uzanıverdi…
                                                                                     …/…





1 Ocak 2020 Çarşamba

Durduracağım Dünyayı



Dalları her mevsim meyve tutacak
SHatırladınızmı,  demir at demiştim
 Daha önce on sekize
Demir atmaktan şimdi vazgeçtim,
 Değişti düşüncem
Yeni yılda, dünyaya yeni fikir gözünü açtı
Yılın  ilk gününde, durduracağım Dünyayı
Dönüp durmayacak, güneşin ekseni etrafında
Zamansızlığa dönüşecek evren
An’da yaşayacak dünya âlem
Güneş doğmadan aydınlanacak, bütün kâinat
Cisim olmaktan çıkacak âdem,
Örtünüp, bürünmeyecek Havva
Nur olacak
Gökteki yıldız gibi parlayacak bütün beden
Aynaya bakmadan görecek, insan kendinde kendini
Susuz yıkayacak; eline, yüzüne bulaşan kiri
Bitecek
Yokluk
Yolsuzluk 
Fakirlik
Yıkılacak saltanat, yok olacak makam mevki saray
Yer, gök bütün âlem insan için; olacak sırça saray
Aç açık kalmayacak
Ağaçlar dört mevsim çiçek açacak
 Dalları her mevsim meyve tutacak 
Soluduğun her nefes, ücretsiz enerjini karşılayacak
Bitecek kölelik son bulacak, ağalık zenginlik
Hem bilinen dünyada, hem görünmeyen âlem de
Aşağıların aşağısına düşen, çıkacak, yükselecek

Bağımsız, hür müreffeh, mutlu yaşayacak Kamil İnsan…efes, ücretsiz enerjini karşılayacak

Bitecek kölelik son bulacak, ağalık zenginlik
Hem bilinen dünyada, hem görünmeyen âlem de
Aşağıların aşağısına düşen, çıkacak, yükselecek
Bağımsız, hür müreffeh, mutlu yaşayacak Kamil İnsan…

Hayal Denizi
01.01.2020 Manisa


Hayal Denizi
01.01.2020 Manisa