30 Aralık 2018 Pazar

Yeni Yılınız Kutlu Olsun!




Okuyacağınız bu makaleyi, Mart 2017’de kaleme almış ve paylaşmıştım. Bu yılbaşı ne yazayım diye düşünürken firavunun ayak sesleri aklıma geldi. Makaleyi güncelleyip paylaşmanın yeni yazı kaleme almaktan daha anlamlı olacağını değerlendirdim.
Haklı mıyım, değil mi?
Gelin yazıya yeniden bir göz atalım ve bu kararı siz değerli okuyucular verin!
 İsa’dan önce 1400 yıllarında eski Mısır'ı, kendini ilah zanneden Firavun yönetirdi.
Ölünceye kadar; iktidarda kalır, halkın emdiği sütü burnundan fitir fitir de getirdi.

Hz İbrahim, Hz Musa, kıssaları incelendiğinde; firavunun nasıl bir fira(?)un olduğu çıplak gözle görmek mümkün.

Günümüzden yaklaşık 3500 yıl öncesinin ait olduğu bilinen tek adam hegomanyasına dayalı, insanlık dışı bir rejim.
İnsani olmadığı için birçok acı deneyimlerden sonra, daha insani rejim aranırken, cumhuriyet ve demokrasi keşfedilmiş ve ideal rejim olarak benimsenmiş.
Bu güne kadar “Siyasal Bilime” adını yazdıran rejimlerin içinde: Laik, Demokratik, Parlamenter rejimden daha insancıl rejim adı yazılmadı.
Bu gerçeğe rağmen, siyasal iktidar; doğru tanımı firavunluk olan, tek adam rejimini: güle oynaya, dereden geçerken at değiştirerek, devletin tüm parasal gücünü kullanarak başımıza bela etti
Sormayacak mıyız, sizin sıkıntınız, derdiniz ne diye?
Biliyorum yazı girişinde firavundan söz ettim diye, içinizde Firavun merakı yeşerdi.
Bu yüzden yazıyı okumak yerine parmaklarınız mağos üzerinde firavun arıyor.
Açık seçik sormak isterim, 3 bin 500 yıl önce yaşanan insanlık dışı yönetim tarzına boyun eğmekle nereye varacağız?
Elbette Atatürk’ün işaret ettiği “muhasır medeniyete” varacak halimiz yok!
O tarihi köprülerin altından pek çok ırmak geçti. Irmakların yataklarından, berrak buz gibi tertemiz sular aktı.
Üç bin beş yüz yıl deyip geçmemek lazım, söylemesi kolay sayması oldukça zor!
Orta öğretimde okuyan sıradan bir öğrenciye sorsak; 3500 yıl kaç asır eder diye, doğru cevap almak için 1 asır beklemek gerekebilir.
Bunca yıl geçmiş, köprülerin altından çok su akmış; kimin umurunda?  Aziz Milletin inanç zaafını bilenler, 21 yy da nur topu gibi yeni bir firavun yarattı.
Hani yaratmak yalnız Allah'a mahsustu?
Belli ki din tacirleri, tıpkı eski mısırda olduğu gibi, başında kendini İlah zanneden Firavun olmadan mutlu yaşayamıyor.
Onun içindir ki Türkiyeyi güle oynaya: Eski Mısır'ın Firavunuyla tanıştırdılar. Milleti köleliğe mahkûm etmeyi başardılar.
Hatırlar mısınız?
Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk “Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin” demişti.
Atatürk’ün ebediyete intikalinden 80 yıl sonra, “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” sözünü unuttuk, cümbür cemaat; bilimi, ilmi bıraktık: gönüllü olarak esareti seçtik, kendi elimizle boynumuza demir halka taktık, ayağımıza pranga vurduk.
Bu yol doğru yol mu?
Bu gidiş selamete gidiş mi? 
Bu sorunun cevabını; 75 yaşındaki Müjdat Gezen’ Ve 77 yaşındaki Metin Akpınar hakkında suç duyurusunda bulunanlar zaten verdi.
Mustafa Kemal Atatürk “Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir” demiş!
Sormak isterim, sanatçısı özgürce konuşamayan bir milletin sanatı olur mu? 
Cevabımız hayırsa, hayat damarlarımızdan birisinin kopuşunu, el birliğiyle seyrediyoruz demektir. Bu yol, yol mu diye sormayacağım, cevap da istemeyeceğim. Bu yazıyı okuyanlar, kendi kendilerini sorgulamayı ve doğru cenabı biliyorlar. Bu gün 2018’in son günü, umarım 2019; bu yılı aratmaz. 
Dostlar Yeni yılınız kutlu olsun!




28 Aralık 2018 Cuma

ADA'YA YOLCULUK-3



İmroz'a gidecek olanlar Ada'ya nasıl gidileceğinin öğrenmenin telaşına düştü! Bu telaş çok uzun sürmedi, kısa bir soruşturmadan sonra çözüldü. 
Zira Ada’ya  çok ulaşım imkanı yoktu. İstanbul'dan, haftanın iki günü feribot geliyor, onun dışında ancak; Ali Dağlının küçük  teknesi ile gidile biliniyormuş.
Aksilik bu ya, İstanbul'dan gelen yolcu gemisine yetişememişti Doruk ve arkadaşları. Ya Cumayı bekleyecekler, ya da Ali Dağlının motoruyla yolculuk etmeye razı olacaklardı.
Kıyıda Al Dağlının Teknesi de yoktu.  Ancak bir gün sonra gidebileceklerdi.  Çanakkale boğazı kocaman bir nehir gibi akmaya devam ediyordu.   Dalgalar birbirini kovalıyor, balıkçı tekneleri beşik gibi sallanıp duruyordu.
Güneş'in gölgesi Ege denizinin üstüne düşmüş, aynalı çarşıda, sofralar kurulmuş, akşam müşterilerini bekliyordu.
Önce yatacak bir otel, baktılar! 
Rıhtımın hemen bir sokak arkasında İzmir Otelini keşfetmek, pek zor olmadı. Doruk ve arkadaşları, toplu halde otel kapısından içeri girdiklerinde, masa başında müşteri bekleyen görevlinin gözlerinin içi güldü!. Hemen yerinden kalktı, hızlı adımlarla müşterilerini güler yüzle karşıladı. Hatta  valizlerin alınması için otel çalışanlarına uyarıda bulundu.  Müşterilerin her biriyle tek tek ilgilenerek kayıtlarını yaptı, oda anahtarlarını verdi,  odalara çıkışa eşlik etti. 
Otel’, hem temiz, hem de boğaza yakındı. Valizler odalara bırakıldı, resepsiyon görevlisinden akşam yemeğini nerede yiyebilecekleri husunda bilgi alındıktan sonra  tarif edilen lokantanın yolu tutuldu.
Zaman su gibi akıyordu, Doruk ve arkadaşları lokantaya doğu yürümeye başladıklarında, hava kararmış sokak lambaları yanmıştı. 
Lokanta hem balık hem de ızgara servis yapan küçük bir meyhaneydi. İsteyene mercimek çorbası bile veriyorlardı.
Raflarda  sıra sıra duran; şarap, rakı viski,  şişeleri müşteriye gülümsüyor; verilecek  siparişini bekliyordu. Dört arkadaş masaya oturur oturmaz, garson elinde adisyonla tepelerinde bitiverdi.
Garsona ne önerirsin diye  sorunca ağzından ilk çıkan cümle "Çanakkale'de sardalye yenir" oldu. 
Dört arkadaşın dördü de, sanki baştan sözleşmiş gibi hep birden gayri ihtiyari gülümsedi.  Onlar gülümserken, garson ciddiyetini hiç bozmadı. Peynir tatlısı yemezseniz, çok şey kaybedersiniz diye ilave etti.
Çanakkale'ye İlk gelişleriydi! 
Ne, ne  yiyeceklerini biliyorlardı, ne de ne içeceklerini. Aslında sardalye fikride fena değildi. yanında salata, peynir tatlısı da olunca: herhalde yeni rakıyla iyi giderdi ...
Siparişler verildi! 
Bardaklar, tabaklar masaya yerleşti, Bir de 35 'lik yeni rakı  gelip masanın orta yerine dikiliverdi. 
Öğrenciliğin ardından ilk defa 4 arkadaş baş başa yemek yiyecekler; birer duble de  alkol alacaklardı. 
Siparişleri çok beklemediler. 
Sardalyeler tavada pişirilmiş, bir tepsi içinde servis edilmişti. Peynir tatlıları herkes için ayrı porsiyonlar halinde hazırdı.
Birde ortaya,  bol zeytin yağlı  aralarına siyah zeytin serpiştirilmiş karışık salata konulmuştu.
Garson Rakı şişesini açtı, tek tek kadehlere servis etti. Herkese ayrı ayrı sulu mu susuz mu içtiğini sorduktan sonra da sularını kattı.
 Şaka bir yana masadaki arkadaşların hepsi, rakının nasıl içileceğini çok  bilmiyordu. kimi göz ucuyla kimi çekinmeden yan masadaki akşamcılara bakarak  ilk kadehi kaldırdılar ve bardakları tokuşturarak şerefe deyip ilk yudumları aldılar.
Hem balık rakı hem de sigara, masa şenlenmiş, muhabbet kıvamına gelmişti. Gramofonda da  Türk sanat müziği olunca yemede yanında yat.
İlk akşam ve ilk yemek güzeldi. Her güzelliğin bir sonu olduğu gibi bu güzel gecenin de sonu çabuk geldi. Hesap istendi, ödeme yapıldı ve sofradan kalkıldı.
Boğazın muhteşem güzellikleri arasında kısa bir yürüyüşten sonra, otel lobisine doğru adımlar sıklaştı. 
yatma vakti gelmişti. 
Müşterilerini otel girişinde  gececi resepsiyon memuru  karşıladı .  Otel müşterisine kahve ikram etmek adettenmiş.
Onlarda geleneği bozmadı, hayır diyemedi. Lobiye koltuklara oturup beklediler. Kahveler geldi yudumlandı. Teşekkür edilip odalarına çekildiler.  
İlk Gün serüveni böylece bitmişti. 
Odalar iki yataklıydı. İsak'la Doruk aynı odayı paylaşmışlardı. Selimle  Sakin de   yan odada kalacaktı Sabah ola hayrola  diyen  başını yastığa koydu...  

                                                                                               .../...

26 Aralık 2018 Çarşamba

ADA'YA YOLCULUK -2-

                                         
 
                                              

İç Anadolu’da  Eylül’ün gelmesiyle, havalar serinlemeye başlamış; yapraklar kısmen sararırken, sıcaklarda mevsim normallerine düşmüştü.
30 Ağustos’da öğrencilikten, Astsubaylığa terfi eden, çiçeği burnunda genç jandarma astsubayları, ilk birliklerini kura çekerek belirledi. 
Okul idaresi, çekilen Kuraların isteğe bağlı olarak, değiştirilebileceğini duyrulunca; kısa süre içinde  becayişler de resmileşti.
 Maaş ve yol harcırahları muhasebeden ödenince, öğrencilik hukuken bitti. Ve 15 günlük meyil müddeti resmen başladı.
 Eğitim ocağına veda etmek , anılara baka baka ayrılmak düştü eski öğrenci yeni çiçeği burnunda genş Astsubaylara. 
Dile kolay!
Koskoca 3 yıl su gibi akıp  gitmiş; yep yeni bir hayata kapı aralanmıştı. Bu yolun ucu  kimi karaya kimi denize açılacaktı. 
Devletin çarkı, 15 günlük meyil müddeti denilen yol  izniyle işlemeye başladı. 
Meyil izninde, aile büyükleri ziyaret edildi, hayır dualar alındı. 15 gün dediğin de ne ki? Göz açıp kapayıncaya kadar çabucak geçti.
Doruk,  siyah valizini  hiç açmamıştı. Toplanma ihtiyacı bile duymadan, yola çıkmak için gün sayıyordu. Şairlere ilham kaynağı olan  Eylül ayı ortasında, bir kaçgenç  meslektaşı ile birlikte gurbet yolculuğuna; al Fadime'm bal Fadime'm ve  Emirdağ'ı birbirine ulalı, başın büyüdü kız gelin olal,ı türküleriyle  ünlü: kendi ilçesinden Eskişehir'e doğru yola çıktı.
Elbette Doruk yalnız değildi, Emirdağı'ndan iki arkadaşı daha vardı.  Eskişehir bir nevi toplanma ve  buluşma merkeziydi. 
İç Ege ile İç Anadolu'nun kucaklaştığı, Eskişehir otogarında Ankara'dan gelecek otobüs beklenirken heyecan doruktaydı. Kimi kafa kafa ya vermiş muhabbet ediyor, kimi mahkumlar gibi kısa mesafeli olta atarak bekliyordu. 
Saat durmuş, zaman akmaz olmuştu. Ara sıra akasyalardan düşen  sarı yapraklar,  sonbaharın kapıda olduğunu fısıldıyordu.
Oto gar tıklım tıklım dolu. Değnekçiler avaz avaz  İstanbul, Bursa, Konya, Ankara - Afyon Kütahya diye bağırıp duruyor. Her gelen otobüs terminale yanaşınca, değnekçilerin sesi daha çok çıkıyor. Her kalkan  otobüsün penceresinden sallanan eller, geride kalan yakınların gözlerinden süzülen yaşlar her zaman olduğu gibi birbirine karışıyor;gurbet yolculu sevenleri ayırıyordu.
 Ankara’dan gelecek otobüsü beklemek, hiç de eğlenceli değildi. Aynı kaderi paylaşan okul arkadaşları olmasa, yolculuk çekilmez olduğu gibi  işkenceye de dönebilecekti.
Neyse ki öğrenciliği henüz üzerinden atamayan gençler,  otobüsün gelmesini, yolcularını alıp yola revan olmasını gırgır şamata geçiştirdiler.
Hepsi gencecik insanlardı. 
Eskişehir'den Bilecik'e, oradan Bursa ve Çanakkale'ye doğru yol alırken; yeni yeni il ve ilçeler görmek, yolculuğa ayrı bir hava vermiş, renk katmıştı.
Masal gibi bir yolculuktu! 
Az Gittiler uz gittiler, Bilecik, İnegöl,Bursayı geçtiler; akşam gün batarken,  Mustafa Kemal’in yıldızlaştığı, “Çanakkale geçilmez” destanını yazdığı İl'e ulaştılar.
Yol arkadaşlarının bir kısmı Çanakkale Er Eğitim Alay komutanlığında, göreve başlayacak; bir kısmı da İmroz adasında konuşlanan 116. Er Eğitim Tb. Komutanlığına gidecekti.

Çanakkale’de kalacak olanlar, otobüsten iner inmez, küçük bir vedalaşma, kucaklaşma seremonisinden sonra yeni birliklerinin yolunu tuttu.     
                           
                                                                               .../...

24 Aralık 2018 Pazartesi

ADA'YA YOLCULUK -1-


                                                                   


                                   ADA'YA YOLCULUK
                                                                                                                (1)  
Hikâyenin yaşandığı dönemde, Ada'nın adı İmroz'du, şimdi Gökçe Ada.  İmroz diye mi başlasam söze yoksa Gökçada diye mi girsem lafa?
Aslında isimlerin ne anlamı var diyeceğim de bir türlü dilim varmıyor, diyemiyorum. Çünkü Doruk bir yıl İmroz’da yaşadı!
Jandarma’nın not defterinden;  adaya yolculuk başğıyla anlatacağımız, Hikâyenin ilk bölümü İmroz’a ait!
Her bölüm kendi içinde ve ayrı ayrı coğrafi bölgede ya da İl’de kendini bulacak.
Biliyorum İmroz'da bizim Gökçe ada’da bizim.
Lakin anılar geçmişte kaldı. Gökçeada diye bir isim yazılı değildi o tarihte lügatimizde. Sırf bu gerekçeyle anılar İmroz adıyla yaşanacak.
Doruk kim diye bir başlık açmayacak,  onu tanıtmak için ayrı bir çaba göstermeyeceğim. Serüven içinde Doruk kendi kendini tanıtacak sizde belki bu hercai delikanlıyı seveceksiniz.
Bölümlerde isimleri yazılı arkadaşlarını da detaylı olarak tanıtmayacak, gerçek isimleriyle hikâye etmeyi şimdilik düşünmüyoruz.
Onlar hakkında da detay bilgi verilmeyecek.
Öyleyse lafı çok uzatmanın bir gerekçesi yok! Hadi Buyurun İlk yolculuğa birlikte çıkalım. Neler görecek neler işiteceğiz beraber görelim.
Doruk döneminde; Kaleköy, Tepe köy, Derköy, Zeytinli köy vardı,  tarihi dokusunu koruyan önemli yerleşim yeri olarak yazılmıştı aklımıza.
Kalemim yakın zamanda gidip Gökçe Ada'yı görmedi. İşte sırf bu yüzden İmroz adını kullanacak, anılarımızı döneme uygun yaşamanın tadını çıkartacak.
 İmroz kelimenin tam manasıyla, bir yeryüzü cenneti.
Altından akan ırmak yok, lakin dört bir yanı pırıl pırıl mavi deniz. Başını hangi yöne çevirsen; bağ bahçe, zeyinlik.
Havası güzel, suyu temiz.
Hani  cenneti tanımlayanlar "Huri"den söz ediyorlar ya; Gökçe ada'da birbirinden güzel Hurilerde var !
Eleni,
Vasili,
Panayatula,
Mariya, vs vs say say bitmez.
Rum kızlarını Huri sayarsan işte sana yeryüzünde gerçek bir cennet! Bu öykü, yarım asır öncesinin bir yıla sığan küçük anılar demeti. Ada üstünde yaşayan, nefes alan, insanların, bitkilerin, hayvanların; taş ve toprağın serüveni.
Gökçeada’nın, geçmişi M.Ö 6 bin 500 lere kadar uzandığı, yapılan kazılarda, ele geçen belgele netleşmiş.
Doğu Ege adaları arasında bilinen en erken yerleşim bölgesi unvanını da elinde bulunduran muhteşem Ada’da; hikâyemizin kahramanı Doruk da, bir yıl boyunca, su içti.  Havasını kokladı, Deniz in’de yüzdü, kumunda bronzlaştı. 
Doruğun yerinde siz olsanız heyecanlanmaz mısınız?
Doruk'ta heyecanlı!
Yıllar önce Ada üzerinde yaşadıklarının bir gün kaleme alınacağını, aklının ucundan geçirmez rüyasında görse hayra yormazdı.
Onun için İmroz, Deniz'in ortasında bir kara parçası olmaktan öteye bir şey ifade etmiyordu.
Bir tek gönül işleri onu heyecanlandırmıştı.
Anlatacağımız bu hikâye; 1/2 asır önce yaşanmış, gerçek bir serüven.
Eksiği var fazlası yok!
Çok fazla detaya girersem, serüvenin heyecanı başınızı döndürebilir. Dere köyün, tuzlu sularından, rıhtıma çıkmadan boğula bilirsiniz. Öyleyse, konuyu çok uzatmadan, Anakara'da biten öğrenciliğin sona ermesi, 15 günlük meyil müddeti ve ziyaret edilen aile büyüklerini transit geçelim. Eskişehir'den başlayan yolculakla seyri sefere çıkalım.                                               
                            
                                                                                          .../...

23 Aralık 2018 Pazar

ÖZLEMİŞİM


saymadım kaç gün geçti lal olalı
içine kapandı susuyor kalemim
suskunluktan da hayır bekledim
sessiz kalmak
ne zormuş meğer
 ben
bülbül gibi şakımayı  özledim
yağmur var sicim gibi sokakta
özlemişim yağan yağmuru
meğer
camdan saydım düşen her damlayı
açtım camı kokladım toprak ve havayı
belli ki
ben kışı özlemişim
 anladım
say ki
bu zemheriye yazılmış bir mektup
gelmeden kış
üşümezmişim insan meğer
bir titreme
şiddetli hapşırma
titremek ısınmakmış
kendine gelmekmiş ısınmak.
üşümeyi titremeyi özlemişim meğer
birden bire düştü ısı soğudu hava
buğulandı camlar
istersen
yaz cama okusun gelip geçenler
meğer ben gelip geçeni özlemişim!

Necati Kavlak
23.12.2018 Manisa

7 Aralık 2018 Cuma

Beni Anlatsam




Yâd ellerden bir dost eli uzanmış
Gözleri ışıl ışıl yüreği sımsıcak
Gözlerinin içi gülüyor hayat dolu belli
Elinde fırça hayatın resmini çizmiş yıllarca
Beni anlatsam uzaktan çizer mi resmimi
Kara kalem resim isterim sen’den
Gözünde iki damla yaş olsun
Kirpiklerinden yanağına süzülen
Güneş gelsin yüzüne, kamaşsın gözleri
Kırpıştırsın kirpiklerini görmesin hemen
Dudağında tebessüm olsun
Yanağında gamze
Biraz da mahcup hercaice
Şımarmasın hemen seni görünce
Gökyüzünde kanatsız bulut uçsun biterken resim
Yüreğine ateşşsün alevi yükselsin
ilan etsin aşkını
Kanatsız uçan buluta yaşanmayan hayata…

Necati Kavlak


5 Aralık 2018 Çarşamba

Nemrut



İçimde ki sevda'yı
yakından görsen
uyandı sanırdın  Nemrut’u  
baksan lavların
derinliğine
tebessüm ederken görürdün kendini
işin gücün
cilve naz
ateşştü bak
yanıyor
kızıl alevin içinde yüreğim
ciddi olamaz-mısın biraz
dün gece
şümde gördüm seni
baş ucumda
resmin vardı gümüş çerçeveli
bakışın masum
gülüşün fettan
bekledim girmeni kapıdan içeri
elinin ucuyla kapıyı çaldın  
girmedin
basarak ayaklarının ucuna
kaçtın geri
sızlamadı mı vicdanın
alev alev ateşte bıraktın beni…


04.11.18
Manisa