31 Ocak 2019 Perşembe

ASLAN GİBİ



Cuma akşamı, kırmızı şarabın tatlı esintisiyle, zaman makinesi ne binip,  geçmişe yolculuk ederken; uyuya kalan Doruk, cumartesi sabahı saat 0900 gibi gördüğü renkli rüyanın, verdiği huzur ve keyifle neşe içinde uyandı.
Gözlerinin içi gülüyor, yüzünde güller açıyordu!
Tek kişilik yatağında önce aslanlar gibi gerindi, sonra battaniyeyi ayakları ile itip yataktan kalktı.
İki oda arkadaşı, hala derin uykudaydı.
Onları uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak, sessizce üzerini giyindi,  kapıyı açtı usulca çıktı.
Kapının önünde müşterek kullandıkları iki su kovası vardı, onları aldı; merdivenleri ikişer ikişer indi.
Aşağı indiğinde, yan komşu Agapios araziden yeni gelmiş, katırın sırtındaki semeri indiriyordu.
Doruk iki elinde kova yürürken, Kalimera Agapios, diye komsusunu selamladı.  Agapios gülerek, kalimera doruk diye karşılık verdi.
Sonra elinde kovalarla nereye gidiyorsun diye sordu.
Doruk belli olmuyor mu derken tebessüm ediyordu.
Kısacık sohbetin arkasından, çeşmeye doğru hızlı adımlarla yürüdü. Kosta’nın kahvesinin önünden geçerken, Kosta ve erkenden kahveye düşen, orta yaş üstü müşterilere el sallayarak selam verdi.
Neşesi yerindeydi.
Çeşmeye doğru yürürken başını sağa çevirdi baktı! Helena kapının önünde sanki Doruğu bekliyordu.
Su kovalarını aldı o da çeşmeye doğru yürüdü.
Doruk’la Helena arasında, birkaç haftadan beri, kimsenin fark etmediği  bir sevda çiçeği sessizce filizleniyordu sanki!
Uzaktan uzağa hiç konuşmadan bakışlarıyla haberleşiyorlardı. Belli ki bu gün çeşmenin başında ilk defa yalnız yan yana geleceklerdi.
Doruk heyecanlandı.
Ne diyecekti?
Nasıl hitap edecek, ilk cümleleri ne olacaktı. Yanaklarının yandığını, kızardığını hissetti.
Başını önüne çevirdiğinde, pınarın başına gelmişti. Kovanın birin kurnanın altına koydu, diğeri elinde ayakları titreyerek bekledi.
Birkaç dakika sonra Helena da gelmişti.
 Elindeki kovaları yere bıraktı.
-,Günaydın Doruk.
-Bu gün erkencisin!
 Helena’nın ilk konuşan olması, Doruğu rahatlatmıştı.
-Günaydın Matmazel.
- Bu gün cumartesi, biliyorsunuz yalnız yaşıyoruz ve yapılacak çok işimiz var deyiverdi.
Ondan sonrası zaten çorap söküğü gibi geldi. Kırk yıllık iki arkadaş gibi konuşmaya başladılar. Elbette konuşma havadan sudan sözlerdi.
Olsun varsın!
 Hiç yoktan iyi değil mi? Bu yalnız başlangıç.  Kader önlerine daha ne fırsatlar çıkartacak. Kim bilir sevda çiçeği hangi renk açacak? Elbette bekleyip görecek ve yaşayacaktı.
Konuşma sırasında, uzaktan konuşan gözlerin gönderdiği gönül bağına ilişkin cümleler kurulmasa da, bir birine ilgi duyan iki bedenin özel olarak salgıladığı egzotik feromon kokular duyulmaya başlamıştı.
Helena ile kendinden geçmiş çene çalarken, Doruğun ikinci kovası da dolmuştu. Biraz daha beklerse dikkati üzerine çeker, bir çuval inciri berbat edebilirdi.
Doruk kovaları eline aldı, iyi günler diledi, yavaş yavaş eve doğru yürüdü. 
Aklı çeşmenin başında kalmıştı.
Kim bilir bir daha ne zaman yalnız kalacaklardı?
Bunları düşüne düşüne dalgı yürürken, kahvenin önünde Panayot’un kendine seslenmesi ile kendini toparladı. Panyot kahvenin önünde bir masaya oturmuş, elinde çay,  masanın üstünde evden getirdiği poğaça,   gel diyordu kahvaltıyı beraber yapalım…
Doruk suyu bırakıp hemen geleyim diyerek hızlı adımlarla yürüdü. Kovaları kapının önüne bıraktı, geri döndü.
Panayot poğaçanın yanında keçi peyniri, siyah zeytin de getirmiş kahvaltı masasını hazırlamıştı.
Kosta’da da yeni demlediği çaydan birer bardak getirince mükemmel bir kahvaltı sofrasına dönüştü masa.
Panayot konuşuyor, Doruk dinliyordu.  Ara sıra lafa karışsa da, aklı fikri çeşme başında kalmıştı. Gözlerinin önünde gülümseyen Helena, kulaklarında günaydın Doruk sesi yankılanıyordu.

                                                                                          …/…

27 Ocak 2019 Pazar

KASIMPATI ÇİÇEK AÇTI





Kasım ayının ilk haftasına yeni girdik daha!  İmroz’da hava gittikçe sertleşmeye baladı. Adanın coğrafi konumu nedeniyle rüzgâra açık!
Genelde poyraz ve lodos sert esiyor.
İç Anadolu’da bile kış başlamadı hava soğumadı. Buğulu camlara yazılan gönül hikâyeleri yeşermeye başlamasa; sert esen poyraz, Doruk ve meslektaşlarının; kanını donduracak.
Neyse ki, pınarın başında renk renk açan,  kasımpatı çiçekleri, hem lodosa hem de poyraza meydan okurcasına canlı ve çok renkli.
Bu gün Cuma akşamı!
Doruk bayram ediyor.  
Önünde koca iki gün tatil var.
Her halde bahçeye kazan kuracak.  Çeşmeden kova kova su taşıyacak, kirli çamaşırlarını kaynatacak.
Yalnız çamaşırlar mı kaynayacak?
Yoksa çeşme başında filizlenen kasımpatılarla sohbet mi koyulaşacak?  Elbette sabahı bekleyip görecek.
Görsün bakalım,  Mevla neyler neylerse güzel eyler.
İçi içine sığmıyor Doruğun. Akşam yemeği için, gazinoya gitti, tabldotta ne varsa söyledi; yanına bir şişe kırmızı buzbağı şarabı açtırdı.
 Masaya yalnız oturmuştu, sonra aynı odayı paylaştığı arkadaşı İsa geldi, hayrola Doruk efkârlanmışsın şarabı susuz içiyorsun diye takıldı ve oturdu.
Servise bakan görevli, sormadan bir kadeh daha getirdi, kırmızı şaraptan servis etti.  Muhabbet koyulaşmıştı. Şişenin bittiğinin farkına varamadılar. Arkasından bir şişe daha, bir daha derken, saat gecenin yarısı oluvermiş. Doruk hesabı istedi, ödedi.
 Ayağa kalktı, dünya dönüyordu.
Geri oturdu.
 İsa koluna girmek istedi, kabadayılık parayla değildi ya, ben sarhoş-muyum diye ret etti. Sandalyeye tutunarak kalktı.
Merdivenleri korkuluklarından tutarak indi. Yeni Mahalleyle Gazino arası yaklaşık 700/800 metre kadar vardı.  Bazen kaldırımdan bazen yol ortasından yürüyerek mahalleye vardılar. Kosta’nın müşterileri dağılmış, kendi kahveyi kapatma hazırlığı içindeydi.
Sallanarak kapıdan içeri girdiler. 
Kosta vaziyeti çakmıştı. 
Yer gösterdi, ocağın altını yaktı; okkalı iki kahve hazırladı.
Kendisi de gelip masaya oturdu. Kahveleri yavaş yavaş yudumladılar. Oradan buradan konuştular. Kahve bitince kalkıp eve gittiler.
Kostan’ın kahvesi iyi gelmişti.
Mafelden kalktıklarına göre vaziyet daha iyiydi. Doruk pijamalarını giydi, elini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı, yatağına uzandı.
Başını yastığa koyunca uykuya dalacak, sabaha kadar deliksiz uyuyacağın düşünüyordu. Elbette düşündüğü gibi gelişmedi. Bilinçaltı yine makarayı geçmişe sarmıştı. Ortaokul son sınıf ve lise birde yaşadığı anıları, film oldu oynamaya başladı.
Kayseri Pınarbaşı'ndan dayısını ziyaret gelen Emine'nin süt şişesinin ağzına tapa yapıp verdiği pusula canlandı gözlerinin önünde.
Süt şişesini verirken, ellerine dokunuşunu, gözlerinin içine bakarken gözlerinde gördüğü enerji yeniden hissetti. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi,  sanki zaman makinesine girmiş o güne geri dönmüştü.  Lojmanın arka penceresine gel diyordu Emine… Elinde file filenin içinde boş süt şişesi lojmanın arkasına doğru yürürken uyuya kalmıştı Doruk…


                                                                                 …/…




22 Ocak 2019 Salı

DÜNYA DAHA HIZLI DÖNÜYOR




Günler su gibi akıp gidiyor. Doruk ve arkadaşları İmroz’a geleli 2 ayı geçti. Yeni Mahalleye taşınalı da dünya daha hızlı dönmeye başladı.
Öğrencilik hayatının sona erdiğini yeni yeni fark ettiler. Mariya’nın evinde geçen her gece, bir başka güne yeni bir kapı aralıyordu.
Hayaller derinleşmiş, rüyalar daha çok renklenmişti. Komşularla olan ilişkiler, her geçen gün daha sıcak ve daha insaniydi
Hem Panayot’un dostluğu hem Kosta’nın Kahvesinde geçen zaman diliminde; Rumca, merhaba (Ya sas -su-), günaydın (Kalimera), (Kalispera) Tünaydın, (Kalo vradi) iyi akşamlar ve (Kalinihta) iyi geceler, (Kalos orisate -orises-) hoş geldin, (Kalos sas vrikame) hoş bulduk; gibi beşeri ilişki sözcüklerini öğrendi ve ara sıra kullanmaya başladılar.
Yeni şey öğrenmek her zaman güzel? Onun içindir ki filozof Desgerdes, bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir demiş.
Bazen öğrendikleri Rumca selamlaşma ve iyi dilek sözcüklerini, kendi aralarında gırgır şamata bile olsun diye kullanarak unutmamaya çalışıyorlardı.
Hele pınarın başına, su almaya gittiklerinde,;çeşme başındaki madam ve matmazellere kalispera madam ya da matmazel demek ayrı bir keyifti.
Rum kız ve kadınları, selamlaşmayı doğal karşılıyor, çok içten, gülümseyerek selama, selamla karşılık veriyorlardı. 
Hatta daha ileri gidip, kendi şiveleriyle Türkçe, nasilsiniz mahellemizi sevdiniz mi diye hatır soranlar; bir ihtiyacınız olursa; çekinmeyin bize söyleyin diyenler çoğalmıştı.
Başını kara çarşafa saklayıp, siyah gözlük takan, peçenin altından yüreğini sökecek, gözlerini delecek gibi bakan yoktu. Hani “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” atasözümüz var ya sanki bu atasözü onlar için söylenmişti. Ve onlar o söze yürekten bağlıydı.
Zaman su gibi akıp giderken, soğuk havanın etkisiyle buğulanan pencere camlarına yazılan, platonik aşk hikâyelerinin tohumları, filizlenmeye ve ufak ufak çitermeye başladı.
Kimi zaman sokakta kimi zaman pınar başında gözler takılıyordu birbirine, konuşuyordu dilsiz dudaksız,
uzun uzun sessizce… 

                                                                            …/…

21 Ocak 2019 Pazartesi

KİM FAKİR?


                        

Kim Fakir?
bir resim çizeceğim kara kalem
siyah beyaz iyi bak
kalp gözün görsün resmi
göz kapaklarını kapat
alelade bir ev düşün  
duvarları taş sıvası çamur
halı kilim hasır bile yok
yanında biraz yeşil ot
zemin toprak
duvar dibine bir ocak
içinde bir avuç kül
 üstü otantik saç
sacın altında bir ateş
çalı çırpı tutuşmuş alev alev
çaydanlıkta  kaynar su
üstünde demli hazır çay
fakir oturmuş beyaz taşın üstüne
diyecek yok değme keyfine
ayağında kara lastik
üstü başı perişan
sakalı ak
avucunda bir bardak tavşankanı sımsıcak çay
duruşu fakir yoksul
belki bir şeyde yemedi aç
kendi kendime soruyorum  
şu çizdiğim resim mi fakir
yoksa
çay içen yoksulun hakkını yiyen obez mi
deniz’im sen ne kadar dalgalanırsan
dalgalan
göklerde uçuyor Allah deyip
yetim hakkı yiyen
edindiği mal mülk makam mevki
sığmaz Hayal’ine
sor bakalım
simit kapmak için uçan martılara
hiç çelik kasa  görmüş mü
son sefere çıkan gemi yolcusu başucunda…



                     
Hayal Denizi
21.01.19 Manisa



18 Ocak 2019 Cuma

ADA'DA GELENEK!





Günler ne çabukta geçiyor?  Doruk ve meslektaşları Yeni Mahalleye taşınalı 10 günden daha çok olmuştu.
Gençler yeni mahalle ve mahalleliyle; çabuk kaynaştı, ısındı ve sevdi!
 Mahallenin hemen girişinde ,Kova'nın işlettiği  bir kahvehane  vardı. Kosta bol köpüklü Türk kahvesi yapmayı iyi biliyordu.
Akşam yemeğini gazinoda yiyen, Kosta’nın elinden kahve içmek için;  mahalleye koşar adım gidiyor, günün yorgunluğunu bol köpüklü kahveyle unutmaya çalışıyorlardı.
Kısa sure de herkes kahve tiryakisi olup çıktı.
Kahveler içildikten sonra mahalle sokaklarında kısa yürüş Yapmak gelenek haline gelmişti. Mahalle, küçük bir buruna etekten tepeye doğru yerleşmişti.
En yüksek yerde kilise vardı.
Mahalle sakinleri, her pazar kadın erkek, çoluk çocuk bayrama gider gibi giyinip süsleniyor, güle oynaya, Kiliseye ailece güle oynaya gidiyorlardı.
Papaz,  Cumartesi günü kiliseye gelip mahalle halkı ile yakından ilgileniyor,  pazar günü de ayini yönetiyordu.
Doruk ve arkadaşları, her akşam Kosta'nın kahvesinde otururken, Rumların gelenekleriyle ilgili, yeni yeni şeyler de öğrenmeye de başladılar.
Bazen kahvede oyun oynayan Rumların masalarına yancı olarak takılıp konuşmalara ortak oluyorlardı.
İmroz’da Türk örf ve adetlerine taban tabana zıt bir gelenek yaşarmış meğer!
Türklerde evlenmek isteyen erkek, kız babasına başlık parası verirken, İmrozlu Rum kızları evlenecekleri erkeklere drahoma adı altında mal mülk para vererek evlenirlermiş. Hatta evlenen Rum erkekler, çeyizini valize koyar evlendiği kızın evine aşınırmış. Elbette düğün geleneği bizdeki gibi onlarda var! Hatta sirtakiler-i bizim oyunlara da bire bir benzermiş. Rumlar sirtaki için meyhane kültürünün bir parçası diyorlar.  Zaman içinde gördük ki sirtaki bizim kasap havasının bir kopyası meğer!
Sirtaki muhabbetini burada bırakalım, biz yeni öğrendiğimiz geleneğe geri dönelim. Rum evlilik geleneklerini öğrenen bizim gençler, hem yadırgadılar, hem de anlatanları ağızları kulaklarında dinlediler.
Allah var ya,  dinleyen arkadaşların keşke bizde de adet böyle olsa diye düşündüklerini, bir kısmının da bir Rum kızı bulup evlensem diye aklından geçirdiğini bilmek için kâhin olmak gerekmiyordu.
Ada halkı genelde tarımla uğraşır, hayvancılıkla geçinirmiş. Geçinirmiş diyorum; çünkü Ada'da Tarım üretme çiftliği, açık tarım cezaevi ve Askeri birlik gelip yerleşince verimli araziler de istimlâk edilmiş.
Şimdi Deniz'e açılıp süngercilik yapanlar, balık tutanlar var. Tarım ve hayvancılık bitmemiş ama halkı geçindirmekten uzak!
Hayvancılığın yapılış biçimi de Anadolu'dan farklı!
Küçükbaş hayvanlar kış yaz arazide başıboş yayılıyormuş.  Hayvanlara kimse zarar vermez, vahşi hayvan olmadığı içinde kurt kuş koyun kuzuyu yemezmiş.
Anadolu da olsaydı bu örf ve adet,çobansız arazide başıboş otlayan, arazideki koyun  keçi ve de yavruları tek tek toplanır, ertesi gün kasapta açardı gözlerini düşünmeden  edemedi doruk!

                                                                         .../...


15 Ocak 2019 Salı

ADA'DA İLK 3 HAFTA



Doruk ve meslektaşları, tabura katılalı 1 hafta olmuştu. Her bölükte aynı devre 3- 4 arkadaş bir aradaydı. 
Onlar yetmiyormuş gibi, bir üst devreden de bir o kadar meslektaş görevdeydi. Doruk," Nerede çokluk orada (?) " ata sözünü hatırladı, içinden " Atasözü İnşallah buraya uğramaz " diye sessizce dua etti! 

Diyeceğim o ki öğrenciliklerini çok aramayacaklar.

Mesai saati keyifli geçiyor, okulda öğrendikleri bilgileri askerlik mükellefi için gelen er ve erbaşlarla paylaşıyorlardı.

Kendileri de yeni yeni bilgi ediniyorlar, öğrenciyken yakından görmedikleri ağır silahlarla tanışıyorlardı.

Bir müddet, hem kışlaya, hem de ilçeye alışmak için, kışlada yatıp kalktılar. 

Mesai bitince, servis araçlarıyla ilçe merkezine gidiyor, askeri gazinoda akşam yemeklerini yiyor, yatma vakti kışlaya geri dönüyorlardı. Kışlaya dönüş genelde yaya yapılıyordu. Bir bakıma zorunlu gece sporu sayılabilir ya da gece eğitimi  de  denebilir...

Bu gidiş gelişler pek çok sürmedi. 

Birkaç haftadan sonra; kendilerine ev bakmanın daha doğru olacağına karar verdiler.

İmroz ilçe merkezi Çınarlı, Yeni Mahalle ve Fatih Mahallesinden ibaret, küçük fakat şirin bir yerleşim merkeziydi.
İki ayrı orduevi, bakkal, kasap, terzi-kunduracı manav gibi zorunlu ihtiyaçların karşılanabileceği esnaf, merkezdeki Çınarlı mahallesinde konuşlanmıştı. Birkaç haftalık garnizon misafirliği sırasında, bizden bir önce mezun olan meslektaşlarında aracılığı ile yerli halktan, Panayot isminde 35 yaşlarında bir Rum vatandaşımızla tanıştılar ve arkadaş oldular…
Panayot, uzun boylu, buğday tenli, Türkçeyi Rum şivesiyle konuşan; sempatik bir insandı. Çevresinde Rum’dan çok Türk vardı! 

Ne zaman canı sıkılsa bizden birini bulur dertleşirdi Panayot... 

Dertleşir dedim de ne derdi var diye aklına soru takılanlara, onmaz yarasının ilkini burada not düşeyim.

Dertliydi Panayot! 

İmroz’da kendilerine Rum/Yunan gözüyle bakılmasından şikayetçiydi! Yunanistan’da  Türk Tohumu diye dışlanmaktan.
Bir insana bundan daha ağır yük vurula bilinir mi?

Her neyse, bu konulara şimdilik çok girip uzatmayayım...

Panayot’la tanıştıktan kısa bir süre sonra, kendisine kiralık bir ev bulunması için ricada bulundular.

O Bizim mahallede bir ev var! 
Sahibi yaşlı,huysuz bir madam, anlaşabilirseniz tutalım dedi. Hiç nazlanmadan gidip eve baktılar. 

İki odalı, bahçe içinde küçük bir meskendi.
Alt katta Madam Katarina kendi oturuyordu. Panyot’un tercümanlığıyla konuşup anlaştık. Madamın kulakları az işitiyordu. 

Hemen bitişiğinde yakın akrabaları ikamet ediyordu.

Bahçede Elmadan ayvaya, erikten kaysıya her cins meyve vardı. Üstelik Ağaçların dalında hala Ayva ve elma vardı ve gel beni ye diye bağırıyordu. 

Panayot sıkı sıkı tembih etmişti meyve ağaçlarına yaklaşmayın. 

Madam Elma ve Ayvaları dalında sayar, eksik çıkarsa suçu size bulur başınızın etini yer demişti. Evin tuvaleti bahçeye yapılmıştı.

Bütün mahallede olduğu gibi kiraladığımız evinde içinde de suyu yoktu. Panayot, suyu mahalle girişindeki küçük çeşmeden (pınar) alacaksınız dedi. 

Bütün mahalle su ihtiyacını bu çeşmeden karşılarmış

Eyvallah dedik!
Ertesi gün, her arkadaş kendi bölüğünden, karyola, yatak yastık ve battaniye temin etti, bir Cemse ye atıp getirdik. 

İki odalı yeni meskenim-ize, küçük odada iki, büyük odada 3 kişi kalacak şekilde yerleştik.
Zaten evi otel yerine kullanacaktık.
Yemeğimizi gazinoda yiyecek kahvaltımızı, bölükte yapacak, evde de sadece istirahat edecektik. 

Şakayla karışık bizim de içindeki eşyası bize ait olmayan, kendi evimiz vardı. 
Arkadaşların gözlerinin içi gülüyordu. Her akşam tahtakurusuna zorunlu kan bağışında bulunmaktan ve de tatlı tatlı kaşınmaktan 
kurtulmuşlardı

                                                                                                                          .../...