Cuma
akşamı, kırmızı şarabın tatlı esintisiyle, zaman makinesi ne binip, geçmişe yolculuk ederken; uyuya kalan Doruk, cumartesi
sabahı saat 0900 gibi gördüğü renkli rüyanın, verdiği huzur ve keyifle neşe
içinde uyandı.
Gözlerinin
içi gülüyor, yüzünde güller açıyordu!
Tek
kişilik yatağında önce aslanlar gibi gerindi, sonra battaniyeyi ayakları ile
itip yataktan kalktı.
İki
oda arkadaşı, hala derin uykudaydı.
Onları
uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak, sessizce üzerini giyindi, kapıyı açtı usulca çıktı.
Kapının
önünde müşterek kullandıkları iki su kovası vardı, onları aldı; merdivenleri
ikişer ikişer indi.
Aşağı
indiğinde, yan komşu Agapios araziden yeni gelmiş, katırın
sırtındaki semeri indiriyordu.
Doruk iki elinde kova yürürken, Kalimera Agapios, diye komsusunu selamladı. Agapios gülerek, kalimera doruk diye karşılık
verdi.
Sonra elinde kovalarla nereye gidiyorsun diye sordu.
Doruk belli olmuyor mu derken tebessüm ediyordu.
Kısacık sohbetin arkasından, çeşmeye doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Kosta’nın kahvesinin önünden geçerken, Kosta ve erkenden kahveye düşen, orta
yaş üstü müşterilere el sallayarak selam verdi.
Neşesi yerindeydi.
Çeşmeye doğru yürürken başını sağa çevirdi baktı! Helena kapının önünde
sanki Doruğu bekliyordu.
Su kovalarını aldı o da çeşmeye doğru yürüdü.
Doruk’la Helena arasında, birkaç haftadan beri, kimsenin fark
etmediği bir sevda çiçeği sessizce filizleniyordu
sanki!
Uzaktan uzağa hiç konuşmadan bakışlarıyla haberleşiyorlardı. Belli ki
bu gün çeşmenin başında ilk defa yalnız yan yana geleceklerdi.
Doruk heyecanlandı.
Ne diyecekti?
Nasıl hitap edecek, ilk cümleleri ne olacaktı. Yanaklarının yandığını,
kızardığını hissetti.
Başını önüne çevirdiğinde, pınarın başına gelmişti. Kovanın birin
kurnanın altına koydu, diğeri elinde ayakları titreyerek bekledi.
Birkaç dakika sonra Helena da gelmişti.
Elindeki kovaları yere bıraktı.
-,Günaydın Doruk.
-Bu gün erkencisin!
Helena’nın ilk konuşan olması,
Doruğu rahatlatmıştı.
-Günaydın Matmazel.
- Bu gün cumartesi, biliyorsunuz yalnız yaşıyoruz ve yapılacak çok
işimiz var deyiverdi.
Ondan sonrası zaten çorap söküğü gibi geldi. Kırk yıllık iki arkadaş
gibi konuşmaya başladılar. Elbette konuşma havadan sudan sözlerdi.
Olsun varsın!
Hiç yoktan iyi değil mi? Bu
yalnız başlangıç. Kader önlerine daha ne
fırsatlar çıkartacak. Kim bilir sevda çiçeği hangi renk açacak? Elbette
bekleyip görecek ve yaşayacaktı.
Konuşma sırasında, uzaktan konuşan gözlerin gönderdiği gönül bağına
ilişkin cümleler kurulmasa da, bir birine ilgi duyan iki bedenin özel olarak
salgıladığı
egzotik feromon kokular duyulmaya başlamıştı.
Helena ile
kendinden geçmiş çene çalarken, Doruğun ikinci kovası da dolmuştu. Biraz daha
beklerse dikkati üzerine çeker, bir çuval inciri berbat edebilirdi.
Doruk kovaları
eline aldı, iyi günler diledi, yavaş yavaş eve doğru yürüdü.
Aklı çeşmenin
başında kalmıştı.
Kim bilir bir daha ne
zaman yalnız kalacaklardı?
Bunları düşüne
düşüne dalgı yürürken, kahvenin önünde Panayot’un kendine seslenmesi ile
kendini toparladı. Panyot kahvenin önünde bir masaya oturmuş, elinde çay, masanın üstünde evden getirdiği poğaça, gel diyordu
kahvaltıyı beraber yapalım…
Doruk suyu bırakıp
hemen geleyim diyerek hızlı adımlarla yürüdü. Kovaları kapının önüne bıraktı,
geri döndü.
Panayot poğaçanın
yanında keçi peyniri, siyah zeytin de getirmiş kahvaltı masasını hazırlamıştı.
Kosta’da da yeni
demlediği çaydan birer bardak getirince mükemmel bir kahvaltı sofrasına dönüştü
masa.
Panayot konuşuyor,
Doruk dinliyordu. Ara sıra lafa karışsa
da, aklı fikri çeşme başında kalmıştı. Gözlerinin önünde gülümseyen Helena,
kulaklarında günaydın Doruk sesi yankılanıyordu.
…/…