11 Kasım 2019 Pazartesi

Hayal Ve Gerçek Yan Yana


                                         
                                     

Doruk, Karşıyaka’dan Konak iskelesine gelirken; hem martıları yemledi,  hem de geceyi nasıl geçireceğini planladı.  Önce Konak Orduevine takılacak, Körfezi kuşbakışı izleyecek, sonra su akıp yatağını bulacaktı.
Kim bilir?
İzmir, gecenin karanlığında karşısına hangi sürprizle çıkacak,  hatıra defterine hangi notları düşecek bekleyip görecek.
Hayal kurmak ücretsiz.
Hayal bedava bulunca, renkli hülyalarla, Konak Orduevine giden yılan gibi kıvrılan akan iç yolu; gözlerinin içi gülerek tırmandı!
Orduevi girişine gelince, nöbetçiye kimliğini gösterip geçti.
Gazinonun bulunduğu Yeşiltepe, körfeze yüksekten kuşbakışı bakıyordu.
 Sanki körfez, yeşil tepenin ayakları altında deniz mavisi halı konumundaydı.
Doruk, bu eşsiz manzara karşısında, bazen kartal olup uçtu,, bazen de sihirbaz olup mavi suların üstüne basarak suya batmadan yürüdü Deniz’de…
Mafelden içeri girince, bin bir gece masallarındaki gibi kurguladığı hülyasından, gazino bahçesinde en ön sırada, bir masada oturan, Lütfi Karacayı görünce uyandı.
Bu tesadüfü rüyasında görse, hayra yormazdı. Karaca’yı görür görmez tanımıştı.  Hava lisesi imtihanına geldiğinde, kayıt kabul işlemlerini o yapmış ve yakın ilgi göstermişti Lütfi bey!
 Kendi kendine,  “Dağ dağa Kavuşmaz, İnsan İnsana Kavuşur” ata sözünü tekrarladı ve doğru masaya yöneldi.
Kırk yıllık dostunu görmüş gibi sevindi, dorudan masaya yöneldi ve selam verip boynuna sarıldı. O da unutmamıştı. Hem adıyla hitap etti, hem de aynı sıcaklıkta karşılık verdi ve masasına davet etti.
Hiç nazlanmadan oturdu masaya Doruk. İlk önce kısa kısa hoş beş muhabbeti, arkasından hal hatır sorma ve karşılıklı tokuşturulan kadehler muhabbeti kırk yıllık dost sohbete çeviriverdi.
Zaman dediğin ne ki?
Yine gemiyi azıya almış, cim pistte koşan doru tayın dörtnala koşması kadar hızlı geçti. Servis kesilince, tası tarağı toplayıp hesabı ödeyip, kalkmak düştü.
Karaca Karşıyaka’da oturuyordu, Doruk ona Konak feribot limanına kadar eşlik etti. Kurguladığı renkli hayallerini bir başka güne erteleyip, otele döndü.
Aslan sütünün verdiği rehavetle daha yatağa uzanır uzanmaz uyumuştu. Sabah uyandığında gecenin nasıl geçtiğini fark etmedi.
Kalktı, valizini hazırladı, otelle ilişkisini kesti, Foça’ya gitme vakti gelmişti. Önce simitli, kumrulu bir kahvaltı yaptı, sonra oto yara doğru yola çıktı.
Doruk!
Daha önce, Foça’yı biraz araştırmış, İzmir’in kuzeyinde Çandarlı ve İzmir Körfezi arasında, üç tarafı denizle çevrili bir yarımada üzerinde kurulduğunu ve tarihinin İ. Ö 6. Yüz yıla uzandığı hakkında kısa da fikir sahibi olmuştu.
Hatta İzmir’in tarihi ve turistik ilçelerinin başında geldiğini okumuş, yel değirmenleriyle ünlü olduğunu da öğrenmişti.  
Dönemin GÜNAYDIN gazetesi de çıplaklar kampı manşetiyle Fransız tatil köyünün günlerce haberini yapmıştı.
Gazete manşeti ve araştırarak edindiği Foça’ya ait ufak tefek bilgileri anımsayarak, elinde valizle girdi terminale.
Terminalde yine bağıran değnekçilerin sesiyle, hangi yöne gideceğini keşfetti. Kalkıyooor, Foça Foça diyen sesi duyunca, kimseye bir şey sormadan gitti, yazıhaneden biletini aldı, valizi teslim edip numaralı yerine oturdu.
Şaka bir yana ikindi okunmadan Foça’da olacak, belki de komando elbisesini giyip, beresini başına takacaktı.
                                                
                                                 
  …/…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder